1. 1.
    +1 -8
    son derece tahammüllü bir insan olarak bilinen şahsımı zıvanadan çıkarmış tartışmadır. ben üç yaşında namaz kılmayı öğrenmiş, dört yaşında kurana geçmiş, bildim bileli cuma namazlarını hiç aksatmamış ortalama bir türk genciyim. malum olay şu şekilde gerçekleşti:

    serken kalkmamdaki amaç, bu mübarek ramazan ayında irademi daha fazla zorlamak ve nefsimi kuvvetlendirmekti. kimileri gibi gece uyumayıp sabah altılara, yedilere kadar dizi-film izleyip akşamüstü beşte kalkarak sadece dört saat aç, susuz kalmak bana göre değildi. yine her zaman olduğu gibi ev işlerinde anneme yardımcı olduğum, küçük kardeşime gittiği kuran kursunda verilen ödevleri açıkladığım ve babamla memleket meseleleri hakkında tartıştığım bir sabahtı. bu günlük işlerim fazla zaman almıştı ve öğle vaktine kadar sadece yüz sayfa kitap okuyabilmiştim. okuduğum kitap ise hüseyin nihal atsız'ın "bozkurtlar'ın ölümü" kitabı idi. lise çağındaki insanlara hitap eden, gençlerin milli duygularını geliştirmelerine yardımcı olacağını düşündüğüm ama yazarı daha iyi anlamak üzere okuduğum bu kitabın sürükleyiciliği zamanın nasıl akıp gittiğini bana unutturmuştu. bir papazın göktürk memleketine gelip yediği inanılmaz ayarın anlatıldığı bölümdeydim ki namaz vaktinin geldiğini farkettim, duş alıp camiye doğru yola koyuldum.

    camiye vardığımda ise gördüğüm insan kalabalığı beni çok sevindirmişti, kuran talebeleri dersten çıkmış ellerinde kuran bahçede koşuşturuyorlardı. içeri girdiğimde burnuma gelen çorap ve ter kokusu insanımızın, diğer inanan kardeşlerine yapmış olduğu saygısızlığı göstermesi açısından bir kez daha beni kızdırmıştı. buraya böyle gelinmezdi! dört rekatlık ilk sünneti kılmaya başlayacaktım ki ön sırada duran bir adamın kolundaki dövme dikkatimi çekmişti. bu şekilde gusul abdesti alamazdı halbuki, namazı nasıl kabul olacaktı! beni ilgilendirmez, burada olduğuna göre belki de cahil bir dönemine gelip de yapmıştır bu hatayı artık bilincindedir belki bazı şeylerin deyip niyet ederek ilk rekatıma başladım. sünnet bittiğinde farza geçmiştik. "safları sıklaştıralım." diyordu birisi. geçebildiğim kadar öne geçtim. farz kılınırken iliklerime kadar hissettiğim manevi hava, bazı terbiyesizlerden gelen o ter ve çorap kokusunu bastırmıştı. farz bittiğinde ise beni hala şaşırtmaya devam eden olay tekrar gerçekleşmişti. cemaatin yarısı camiyi terketmişti! sonuçta farzı kılmışlardı ya(!), sanki ehli sünnetten değillerdi ya(!) sünneti neden kılacaklardı! her zamanki gibi sonuna kadar bekledim namazın bitmesini, duamı edip dışarı çıktım. hiç tanımadığım insanlarla tokalaştım, "allah kabul etsin." diyerek...

    eski bir arkadaşımı gördüm kafamı biraz arkaya çevirdiğimde. yanında birisi daha vardı, konuşuyorlardı. konuştukları kulağıma geliyordu: buradan çıkıp parti çalışmasına gidecekmiş, arkadaşımın yanında bulunan uzun boylu, esmer, bozuk şiveli genç. sarı bir ayakkabı giymişti. üstünde kırmızı pantolon -hiç sevmezdim- yeşil t-shirtünün üstünde ise "freedom" yazıyordu. bu giyim tarzı bana pek uygun değildi. genelde açık renk keten pantolonun üstüne açık mavi ya da beyaz bir gömlek giymeyi severdim. tek renk siyah ya da kahverengi bir ayakkabı ise her zaman üstümdekilerle uyumlu olurdu. "gökkuşağı" gibi dolaşmazdım hiçbir zaman!

    selamunaleyküm diyerek geldim arkadaşımın yanına, tokalaştım ikisiyle de. bana küçümser bir gözle bakıyordu adının abdullah olduğunu öğrendiğim, bu yeni tanıştığım genç. sadece bana değil, etrafındaki herkese küçümser bakışlar atıyordu. anlamamıştım, kendisi az önce bu cemaatin içinde bulunup namaz kılmamış mıydı aynı saflarda, aynı tanrıya secde ederek. sevmemiştim. bir yerde oturmak üzere yola koyulduk.

    yaklaşık bir saat geçmişti, camiden iki yüz metre uzakta bulduğumuz kahveye oturalı. artık abdullahı biraz tanıyordum bir saat öncesine göre. kardeşlerinin dördünden haber alamıyormuş, memleketinde dağa çıkmışlar. kız kardeşi ise geçen yaz evlendiği samsunlu kocası ile anlaşamıyor, sürekli tartışıyorlarmış. dertliymiş yani abdullah. "allah sabır versin, her şey düzelir inşallah." dedim çok da umrumda olmayarak, kafama bu genç ile ilgili takılan bazı soru işaretlerini bir an önce gidermenin verdiği acele ile geçiştirmek istercesine. abdullah elindeki gazetenin sayfalarını karıştırıyordu. sol görüşlü bir gazete almıştı. evet tahminlerimde haklıydım az önce birlikte camiden çıktığımız bu genç, oldum olası düşüncelerini sağlam bir temele oturtamadığım inançlı solcu kesimdendi. aslında bir şekilde anlıyordum asıl kafasından geçenleri ama bunu tam olarak bilemezdim, karşımdaki ile tartışmadan.

    yer kahve olunca, konuşma tabiki bir noktadan sonra siyasete geldi. abdullah bir kürttü, hükümetin yaptığı açılımları övüyordu. anlamıştım, "anlaşmak" böyle bir şeydi. bir pkk sempatizanı olduğu belli oluyordu, konuşurken öcalan'a saygı cümleleri kuruyordu. bir an konuşmanın verdiği coşkuyla "ayrılmak istiyorlarsa ayrılsınlar." deyiverdi. artık rengini tamamen belli etmişti. ülkedeki birçok inançlı solcunun(!) olduğu gibi o da gizli bir kürt milliyetçisiydi. kendince gericilikten tek anladığı türk milliyetçiliği, soldan tek anladığı ise "milletlerin kaderini tayin hakkı" idi. onun da aslı o değildi ama neyse, bu gençte görüşleri içinde bir tutarlılık beklemek zaten pek mümkün değil gibiydi, bilakis solcu olduğunu sanan bu genç aslında solcu değildi. kurulması dahilinde amerikan oyuncağı olacağının bilincinde olarak ya da olmayarak, belki de umrunda olmayarak gizliden gizliye bağımsız bir kürt devletini savunuyordu. "anlaştıkları" insanların bu düşünceden uzak şekilde emperyalist güçlerin güdümünde nüfuzu güçlü bir türkiye istedikleri ise onun sol görüşleri(!) ile bir tutarsızlık değildi kendince. sonuçta köprüyü geçinceye kadardı bu "anlaşma".

    tüm bu konuşmalardan sonra muhattabımı daha iyi tanımıştım ve bu haine ayar vermek üzere düşüncelerimi tüm acımasızlığıyla söylemeye karar verdim. öncelikle neden kendini solcu olarak tanımladığını sordum. tabi ki cevabı belliydi: eşitlik istiyordu, özgürlük istiyordu. "peki." dedim, "sol eşitlik, özgürlüktür fakat bu dediğin değerler evrensel olmamalı mıdır? sen solculuğunu islami bir dünya görüşüyle birleştirdiğin vakit ya da sadece milliyetçiliğine araç olarak gördüğün vakit bu evrensellikten uzak olmaz mı? senin umurunda olan emperyalizmle mücadele değil de sadece kendi milletinin bağımsızlığı mıdır, o bağımsızlığın nereye varacağını düşünmeksizin?". maskesini düşürmüştüm. evet bu kadar da basitti. şaşırmıştı, sonuçta solumuz(!) birçok kez kürtçülüğü haklı görmüştü, böyle bir tepki beklemiyordu doğal olarak.

    içim içimi kemiriyordu. bu tartışmada sonuna kadar haklı olmak, benim için yeterli değildi. bir ders almalıydı! her yerde o şekilde o konuşamazdı! ayrılalı fazla geçmemişti onu yakalayabilirdim. takip etmeye koyuldum. kalabalık bir sokakta ilerliyordu. burada onunla girdiğim bir tartışmada amacıma ulaşamazdım, hemen ayırırlardı. üstelik gündüz vaktiydi. bir binaya girdi abdullah, sanırım eviydi. aradan biraz zaman geçmişti ki siluetini sokağa bakan camlardan birinde gördüm, yanında yaşlıca bir kadın vardı. bu da annesi olmalıydı.
    bugün şans benden yanaydı abdullah evde fazla durmamıştı. evden çıkmıştı, fakat bir değişiklik vardı üstünde. az önceki kıyafetlerini değiştirmiş gayet şık bir insan oluvermişti. incin duran saçlarını taramış, tıraş olmuştu. takip etmeye koyulduk küçük alparslanla. bir minibüse bindi abdullah. minibüsün arkasındaki taksiyi koşarak durdum, "öndeki araç." dedim. taksideki sopa dikkatimi çekmişti bu çok işime yarayabilirdi. taksiciye onu kaça satabileceğini sordum. "olay nedir kardaş?" dedi, açıkladım durumu. "para istemem, al zütür." dedi. artık tam techizatlıydım: bir sopam vardı ve de alparslan...

    bu sevgilisi olmalıydı, işin içinde kız olunca hep vicdan yapardım. planlar değişmişti artık. bir süre daha takip ettim abdullahı, sahildeydik bir banka oturmuşlardı kızla beraber. ortam tenhaydı, yani tam sırasıydı. iyice yaklaşıp yolladım alparslan'ı. bu aslan parçası yürüyerek yaklaştı abdullah'a ve sevgilisine. abdullah'a dönüp "bulmuşsun malı zütürüyorsun, parası neyse verelim biraz da bize bırak." diye bağırdığını duyunca, abdullah bir hışımla ayağa kalktı. yemi yutmuştu, koşarak alparslan'a vurmak üzere kaldırdığı elini tuttum. "çocuğa el kaldırmaya utanmıyor musun, puşt!" diyerek bileğini kırıverdim. aldığım dövüş sanatları derslerinin hakkını her zaman vermişimdir. abdullah'ın çığlığı yeri göğü inletmişti. belki birçok kişiye göre bu onun için yeterli bir ders olabilirdi fakat benim için yetmezdi! sopayı ardı ardına sırtına vurmaya başladım. ama onu sıradan bir dayak kurtaramazdı. rakibime olan öfkem ona sadece bu dünyadaki bir hasarla sınırlı kalmamalıydı. sopayı tüm gücümle koluna vurmaya başladım. hedefim collum chirirgicum idi. kolun en sık kırıldığı bu bölgeye yeterince güçlü bir darbe indirebilirsem rakibime hayatı boyunca unutamayacağı bir ders verebilirdim. ayrıca namaz da kılamazdı bu iki yüzlü hain. bir çığlık sesi daha yükseldi, sanırım amacıma ulaşmıştım.
    ···
   tümünü göster