1. 1.
    0
    Haşişiler’in esas adı Arapçada 'koruyucu, bekçi' (bir görüşe göre gizemlerin koruyucuları) anldıbına gelen asessen’den gelir. Ancak, düşmanları tarafından kelime benzerlikten faydalanarak Haşişiler, yani “haşiş çekenler” (esrarkeşler) ismi onlara giydirilmiştir. Aynı şekilde batıda suikastçı anldıbına gelen “assasin” kelimesi de bu tarikattan türemiştir. Esas itibarıyla, Haşişiler ilk zamanlar Nizari ismaililer’in bir koluydu. Bu muhalif topluluk 1094 yılında Halife el-Mutansır’un oğlu Nizar’ın ordu komutanı Bedr ül Cemali’nin tahtan indirilerek kardeşi el-Mustali’nin halife yapılmasına itiraz eden gruplardan oluşmuştur.

    Haşişi davasına üstlenmiş kişilere dai denir. Bu kelime esasında Nizari ismaili misyonerlere verilirdi. Fedai kelimesi dai kelimesinden gelmektedir. Fedakârlık kelimesi aynı kökendir. Dailerden ders alan Hasan Sabah 11nci asırda iran’ın Kum şehrinde doğmuştu. Genç yaşta felsefe, teoloji ve bilimin parlak öğrencisi olan Hasan Sabah daha sonra zekâsını orta doğuda dehşet saçan eşi benzeri olmayan bir tarikatı kurmak için kullanmıştı. Hasan Sabah, ilki Alamut olan kervan geçmez bölgelerde yüksek ve erişilmesi zor dağların tepesinde kaleler zinciri kurmuştu. Dağların Şeyhi (Şeyh-ül Cebel) Hasan Sabah efsanesini batıda duyuranlar arasında Marco Polo Seyahatname’sinde şöyle yazmıştır:

    “Şeyh'in kendi dillerindeki ismi Alaaddin'dir. iki dağ arasındaki bir vadinin girişlerim kapattırmış ve burayı envaitürlü meyvelerin yetiştiği, eşi benzeri görülmemiş güzellikte bir bahçeye çevirtmiştir. içerisine her biri göz kamaştırıcı zarafette resimlerle bezeli, akla havale gelmeyecek görkemli köşkler ve saraylar inşa ettirmiştir. Kanallardan alabildiğine şarap, süt, bal ve su akmaktadır. Dünya güzeli kadınların ve genç kızların ellerindeki çalgılardan en hoş tınılar, dudaklarından en hoş şarkılar dökülür, dans figürleri izleyeni büyüler. Şeyh'in gayesi. tebaasmı buradan öte bir cennetin olmadığına inandırmaktır. Bunun için, Hz. muhafazid'in sözünü ettiği, ırmaklarından şarap, süt, bal ve suyun ekgib olmadığı, sakinlerini zevklerin doruklarına eriştiren hurilerle dolu cennet tasvirini örnek almaktadır. Sahiden de, bu civarda yaşayan Arapların gözünde vadi, cennetin ta kendisiydi!

    “Haşîşîler olarak ayırdıklarının haricinde kimse bahçeye alınmıyordu. Bahçenin girişinde, dünyaya kafa tutabilecek denli güçlü bir kale vardı, başka da bir girişi yoktu. Bizzat kendi maiyeti altına almak üzere sarayında barındırdığı on iki ila yirmi yaş arası gençlere, tıpkı Hz. muhafazid gibi, cennet hikâyeleri anlatıyordu; gençler de, Sarrasinler Hz. muhafazid'e nasıl inanıyorlarsa aynı inançla ona bağlıydılar. Önce kendilerine uyuşturucu bir iksir içirip, ardından dörderli, altışarlı ya da onarlı gruplar halinde bahçesine sokuyordu. Böylece, gözlerini açtıkları vakit gençler kendilerini dillere destan bahçede buluyorlardı.

    “Uyanıp da kendilerim havai dahi edemeyecekleri güzellikte bir mekânda buluverince, buranın cennetin ta kendisi olduğuna kanaat getiriyorlardı. Etraflarında gönüllerince oynaşan kadınlar ve genç kızlar, kendileri de gençliklerinin baharında olunca, burayı terk etmek akıllarının uçundan dahi geçmiyordu.

    “Bizim ihtiyar dediğimiz Efendi, sarayım alabildiğine görkemli bir hale getirerek, basit dağlı halkı kendisin! Yüce bir peygamber olduğuna inandırmıştı. Haşîşîlerinden birini bir göreve yollamak istediği vakit, aynı iksirle bu kez sarayına taşıtıyordu. Genç adam gözünü açtığı vakit, kendisini cennetten sonra hiç de hoş gelmeyecek kalenin içerisinde
    buluveriyordu. Ardından, Şeyh'in huzuruna çıkarılıyordu ve genç adam bir peygamberin huzurunda olduğuna canı gönülden inanarak önünde hürmetle secde ediyordu. Şeyh nereden geldiğin! soruyordu, o da cennetten geldiğini ve burasının Hz. muhafazid'in Kur'aıı'da sözünü ettiğinin tıpatıp aynısı olduğunu söylüyordu. Bu da hiç şüphesiz, yanında hazır bekleyen ve bahçeye henüz davet edilmemiş olanların bir an için dahi olsa bahçeye girebilme arzularım kamçılıyordu.

    “Şeyh, bir hükümdarın katlini isteyeceği vakit gence şöyle diyordu: "Git ve şunu, şunu oldur; geri döndüğünde meleklerim seni cennete taşıyacaklar. Ölsen dahi, seni cennete almaları için meleklerimi yollayacağım." Bu sözlerle, geri dönmek için can attığı cennetin anahtarına ilelebet sahip olduğuna inanan genç, sabırsızlıkla düşmanım katletmeye koşuyordu. Bu sayede, Şeyh'in, ölümüne karar verdiği kim varsa müritleri sırada bekliyordu. Elindeki böylesi muazzam gücün yarattığı korku hissi, kendilerin! hançerin uçunda hisseden hükümdarları kendisiyle iyi geçinmeye mecbur kılıyor, tehdit yaratacak fiillerden alıkoyuyordu. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim: Şeyh'in emrinde, kendisiyle tıpatıp aynı tarzda hareket eden başka kimseler de bulunuyordu. Bunlardan birini Şam'a, bir diğerini de Kürdistan'a yollamıştı.” (kaynak Haşişiler – Bernard Lewis)

    Ancak, Haşişiler hakkında farklı görüşler de ortaya atılmıştır. ismail Kaygusuz Hasan Sabah ve Alamut adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Hasan Sabbah'ın özgürlükçü, barışçıl, eşitlik ve paylaşımcılık temelleri üzerine kurduğu Alamut Devleti, 167 yıl hüküm sürmüştü. Alamut, Pamir'den güneydoğu Akdeniz kıyılarına ve Filistin'e kadar uzanan geniş Ortadoğu coğrafyası içinde, 300'e ulaştığı bilinen Baş Dai'lerin yönetiminde, ortaklaşa çalışarak, aynı kazandan yeniden, özel mülkiyetin olmadığı kale yerleşim birimleri "Darül Hicar"lardan (Göçmenevleri, Göçmenler yurdu) oluşan bir devletti.

    Alamut

    “Hasan Sabbah, düşmanların iddia ettiği gibi kale devletinde ne katiller (assasins) ve suikastçılar yetiştirmiş ne de uyuşturucu cenneti yaratmıştı. Hasan Sabbah esasen tarihi belgelerde savaştan kaçınan bir kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat düşmanlarının (Sünnî Bağdat Halifeleri, Selçuklu Sultanları, Haçlılar, Moğollar) sayıca üstün oluşları, O'nun Alamut'ta savunma amaçlı bir gerilla tanıtma fikrine zütürmüştür. Hasan Sabbah'ın seçkin savaşçılardan oluşan bir silahlı birlik (Fedain) yetiştirdiği anlaşılıyor. Bu "Fedailer" iddiaların aksine, yalnızca bölge halklarına zulmeden baskıcı yöneticilere suikastlar düzenlemişlerdi.”

    Özellikle son zamanlarda orta doğuda meydana gelen olaylardan dolayı Haşişiler hakkında çok şey yazılmıştır. Bu konuda Bernard Lewis “Haşişiler – islâm’da Radikal Bir Tarikat” kitabında şöyle yazmıştır:

    “Şüphesiz, Ortaçağ'ın Haşîşleri ile günümüzdeki suretleri arasında yadsınamaz bir benzerlik mevcuttur: Suriye-iran bağlamışı; terörün planlı bir şekilde kullanımı; davasının hizmetinde ve öbür dünyada mekânının cennet olacağına inanan suikastçı ajanın, kendini kurban etmeye varan adanmışlığı. Saldırıların odağında haricî bir düşmanın yer alması bağlamında, geçmişte Haçlı ordularına, bugün israil’e yönelik eylemlerde bu benzerlik durumu iyice su yüzüne vurmaktadır.

    “Benzeşimler listesine bir ekleme daha yapacak olursam, o da, Haşîşîlere ait eylemlerin yanlış anlaşılması durumudur. Ortaçağdan bu yana Batı dünyasında yaygın olarak kabul gören bir görüşe göre, Haşişlilerin öfkesi ve hançerleri evvela Haçlılara çevrilmiştir. Bu, düpedüz yanlıştır. Arkalarında bıraktıkları sayısız kurbanların bir çetelesini tutacak olsak Haçlıların azınlıkta kaldıklarım, üstelik bunların Müslümanlar arasındaki karışıklıkların neticesinde hesaptan düşülmüş olduklarını görürüz. Davalarının önünde bertaraf edilmek üzere duran engeller, islam dünyasının haricî düşmanları değil, bilakis islam dünyası içinde yer alan, çağdaşları olan islam dünyasının seçkinleri ve bu kimselerin görüşleri olmuştur. Günümüzde kimi islamcı terörist örgütlerin israillilere ve Batılılara karşı faaliyet yürütmekte oldukları doğrudur. Fakat uzun vadede daha ses getirecek muhtemel hedefler olarak, islam dünyasının mevcut - kendi deyimleriyle mürtet-rejimlerini bellemişlerdir ve hedefleri, bu rejimleri alaşağı edip yerlerine kendi nizamlarını hâkim kılmaktır. Bu bulgular, Enver Sedat'ın suikastçılarının beyanlarında ve referans aldıkları eserlerde alenen göze çarpmaktadır. Grubun lideri gururla "Firavunu öldürdüm" dediğinde, hepimizin tarih kitaplarından tanıdığı Firavun'u israil'le barışmakla itham etmemiştir herhalde.

    “Yol yordam noktasında da aralarında ilginç benzerlikler ve zıtlıklar mevcuttur. Ortaçağ'ın Haşîşîleri, kurbanlarım istisnasız mevcut düzenin idarecileri ve liderleri - krallar, generaller, vaizler ve önde gelen din adamları - arasından seçmişlerdir. Sadece tepede yer alanlara ve güç sahibi olanlara saldırmışlar, işinde gücünde olan sıradan insanlara dokunmamışlardır. Silahlarım - bizzat suikastla görevli Haşîşî’nin kullandığı hançer - neredeyse hiç değiştirmemişlerdir.
    ···
   tümünü göster