/i/Tarih

''Tarih bir meslektir, bir hobi, gevezelik, anekdot ya da asparagas değildir.'' (Pierre Goubert)
    başlık yok! burası bom boş!
  1. 1.
    +1 -2


    Padişah Az Vermez!



    Sultan II. Mahmud, çocukların Kur‘ân-ı Kerim öğrendikleri mektebi gezerken içlerinden bir küçük dikkatini çeker ve yaklaşarak sorar:
    — Sen sınıfın kaçıncısısın? Küçük, cevap verir:
    — insana kendini medhetmek düşmez efendim, hocama sorun. Padişah cebinden bir altın çıkarır ve küçüğe uzatır; fakat o almaz, babasının “nereden buldun?” diye kendisini sıkıştıracağını ileri sürer.
    — Padişah verdi, dersin, diye akıl verince de şu karşılığı verir:
    — Padişah verseydi böyle az vermezdi, der efendim!Bu defa elini cebine sokup avuç dolusu altın çıkaran hükümdar;
    — Sen hakikaten sınıfın birincisiymişsin, diyerek avuç dolusu altını cüz çantasının içine boşaltmak zorunda kalır.





    2. Bayezidin Toz Tuğlası



    Sultan II. Bayezid Han rahmetullâhi aleyh, her seferden dönüşünde elbisesine bulaşan tozları toplar ve bir kavanozda biriktirirdi. Yine bir harp dönüşüydü. Bayezid Han elbisesini çıkartmış, üzerindeki tozları toplamaya başlamıştı. Hanımı Gülbahar Hâtun, merakla sordu:
    — Pâdişâhım, merakımı hoş görün, ama, o tozları niçin biriktirdiğinizi sorabilir miyim?
    Pâdişah:
    — Elbette Gülbahar Hâtun, diye karşılık verdi ve devamla, benim senden gizlim yoktur. Bu tozlardan bir tuğla döktürüp mezarıma koyulmasını vasiyet edeceğim. Çünkü Allah, ayakları Hak yolunda tozlananları cehennem ateşinden koruyacağını buyurmaktadır. işte Hak yolunda küffarla savaşırken üstümüze bulaşan tozları bu yüzden topluyoruz. Vasiyetimizdir; öldüğümüzde bu tozları kabrime koysunlar. Sultan II. Bayezid Han, biriktirdiği bu tozlardan bir tuğla yaptırdı. Bu tuğla, vasiyeti gereğince, öldüğü zaman kabrine kondu.





    Önce Elini Öpüp Sonra Dövmek Lazım!



    18. asır sonlarından itibaren Osmanlı sultanları, gerek cuma selâmlığında gerekse diğer hususi zamanlarda halkın arasına çıktıklarında, halktan herhangi bir dileği olanlar, yazdırdıkları arzuhalleri havaya doğru kaldırır ve yüksek sesle, “Pâdişâhım çok yaşa!” derlerdi. Bunun üzerine hükümdârın yakınlarından biri o arzuhâli alır, saraya varıldığında alâkalı mercie vererek îcâbının yapılmasını temin ederdi. Sultan II. Mahmud merhum bir bayram günü vükelâ ve maiyyetiyle birlikte Divanyolu’nda at sırtında ilerliyordu. Kalabalığın arasından bir adamın bütün enerjisini sesine toplayarak bağırdığı duyuldu:
    — Pâdişâhım çok yaşa!.. Pâdişâhım çok yaşa!.. Serkarîn Efendi (Baş mâbeyinci) adamın yanına doğru ilerledi ve arzuhâlini istedi;
    Fakat,— Ben, diyordu adam, Hünkâr’a hâlimi şifâhen arz edeceğim, müsâade buyurulsun. Serkarîn’in ısrarlarına adamın ısrarları gâlip geldi ve hünkârın atına doğru ilerleme başladı. Hususi muhâfızların yanına kadar gelince de üzerindeki mintanı çıkartıp, “işte benim arzuhâlim!” diyerek sırtını hünkâra dönüverdi. Adamın bedeninde morarmamış-çürümemiş yer yok gibiydi. Sorulduğunda şöyle cevap verdi:
    — ihtisap ağası Hüseyin Ağa kulunuz beni bu hâle getirdi. Adâletinize sığınıyorum. Hünkâr’ın emri ile adamın künyesi ve adresi alındı. iktizâ edenin yapılacağı kendisine bildirildi. Sultan Mahmud Hân’ın ertesi günkü ilk işi, ihtisap ağasını huzûra çağırtmak oldu:
    — Bre nâbekâr (yaramaz, hayırsız adam)! Falanca adamı ya niçin bu kadar döversin? ihtisap ağası gâyet sâkin ve kendinden emin cevap verdi:
    — Haşmetmeâb! O bir yoğurtçu Türkmen ışığıdır (Kalenderî Bektâşî dervişi). Değil dövülecek, hakikatte öldürülecek adamdır o. Suyu dondurarak halka yoğurt diye satıyor; nasıl dövmeyeyim! Sultan II. Mahmud Hân Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra yozlaşmış inançlarıyla istanbul’u ifsâd eden Bektâşîler’i de tâkibe aldırmış, pek çoğunu şehir dışına sürdürtmüştü. Ağanın bu cevabı karşısında, yüzüne bir tebessüm yayıldı ve yavaş sesle mırıldandı:
    — Suyu donduruyor ha! Böyle mâhir ışıkların önce elini öpüp sonra dövmek lâzımdır!..




    Casus Herşeyi Görsün



    Viyana seferine çıkan Osmanlı ordusu, Budapeşte önlerine gelmiş, şehri kuşatmıştı. O gün, civarda dolaşan bir yaancı yakalandı ve doğruca Veziriazam ibrahim Paşa’nın huzuruna çıkarıldı. ibrahim Paşa adama Hırvatça sordu:-Sen kimsin?-Kralım Ferdinand’ın subayıyım efendimiz.-Demek casusluk niyetiyle geldin. Ne öğrenmek istersin?
    -Vazifem, ordunuz hakkında bilgi toplamaktı. Yakalanan casus, en azından hapsedilir.
    Ama ibrahim Paşa gülerek:
    -Var istediğin bilgiyi topla, dedi ve emir subayına dönüp, casusa istediği her şeyin gösterilmesini emretti. Alman subayı böylece âdeta misafir muamelesi gördü. Osmanlı ordugahını baştan başa dolaştı, askeri birlikleri inceledi. Sonra tekrar huzura çıkarıldı. ibrahim Paşa onu salıverirken:-Haydi git, dedi, gördüklerini kralına anlat!... anlat ki, karşısındaki ordunun yenilmez olduğunu anlasın ve bu savaştan vazgeçsin.




    Benim Peygamberim Beni Kurtarır



    Oruç Reis esir edilmişti. Bir süre zindanda kaldıktan sonra çıkartılarak bir gemide küreğe çakıldı. Papazlar ve Şövalyeler, italyanca, Rumca ve ispanyolca bilen ve sözü sohbeti yerinde plan Oruç Reis ile konuşmak tan zevk alırlardı. Şövalyeler ona karşı hürmet duyuyorlardı. Sohbet sırasında ona:
    “Ey Osmanlı! Sen güzel sözlü bir kişisin. Bizim lisanımızı da fevkalade konuşuyorsun. Müslümanlıkta ne buldun? Gel bizim dinimize geç! Adı sanı belli bir adam olursun. Büyük bir şövalye kaptan yaparız seni” dediler. Oruç Reis:“Kâfirlerin iyiliği bu mudur? Dinimden dönüp hükümdar olmaktansa müslüman esir kalmayı tercih ederim. Şu duvarlardaki resimleri elinizle dizersiniz ve onlara taparsınız. Şimdi onları ateşe atsalar veya çölde bir kuyuya bıraksalar, veyahut balta ile pare pare eyleseler, kendilerini kurtarıp halas etmeye kadir değildirler.” Dedi. Şövalyeler:“Görelim senin Peygamberin neyler, işte halin malum” dediler. “Benim Peygamberim iki cihan fahridir. Bütün evliya ve enbiya ondan şefaat umar. Hepsine şefaati o eder. Hak teâlâ’nın avni ve inayeti ile gelip beni buradan kurtaracaktır.” Dedi. Şövalyeler gülerek:“Hele sen küreği çekmeğe devam et. Bu hava ile gönlünü hoş tut. Peygamberin seni kürek mahkumiyetinden kurtarsın.” Dediler.Aradan zaman geçti. Bir gün kürek çektiği gemi şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Dalgaların arasında ceviz kabuğu gibi sürükleniyordu. Bu hengamede Oruç Reis’in zincirleri de koptu ve kendisini denize bıraktı. Dalgalarla bir müddet boğuştuktan sonra sahile ulaştı. Daha sonra arkadaşları ile buluştu ve yeniden denizlere açıldı.Bir muharebe sırasında, kendisini esir etmiş olan Şövalyelerden birkaçı, şans eseri Oruç Reis’e esir düştüler. Onları görünce yanına getirtti ve şunları söyledi:“Ben sizlere demedim mi, benim Peygamberim gelir beni kurtarır diye! işte geldi, kurtardı. Varın reisinize söyleyin, ben gene ona varayım, ne kadar demiri varsa vursun, Peygamberimiz bize, Allah’ın izniyle yine yardım eder.




    Tavsiye Etmem Majeste



    Fransa imparatoru III. Napolyon, sarayda verilen bir baloda Osmanlı sefir Ahmed Vefik Paşa’nın yanına yaklaşmış, o vakitler bir vilayetimiz olan Beyrut’a sözü getirerek:
    -Şu anda Beyrut’u işgal etmek üzere bir tümen Fransız askeri yola çıkıyor, diye sefirimizi tehdid eder. Paşa:-Tavsiye etmem Majeste, der. Osmanlı süngüleri Fransız askerini denize döker... imparator alay ederek:-Ekselans, bu sonuca askeri bilgilerine mi dayanarak varıyorlar, diye sorunca, Vefik Paşa:-Hayır, tarihi bilgilere dayanarak... amcanız I. Napolyon da Akka kalesi önünde böyle bir ders almışlardı, diye cevap verir.


    ···
   tümünü göster