1. 26.
    0
    neden böyle akilliyim
    neden biraz daha çok biliyorum? genellikle, neden böyle akıllıyım? sözde sorunlar üstüne hiç düşünmedim, –harcamadım kendimi. örneğin, asıl dinsel güçlükler başımdan geçmiş değil. neden “günahkâr” olmam gerektiğini anlayamadım bir türlü. bunun gibi, pişmanlık acısını tanımak için güvenilir bir ölçü yok elimde: kulağıma çalınanlara bakılırsa, pişmanlık acısı hiç de üzerinde durulmaya değer bir şey olmasa gerek... bir eylemi, iş işten geçince bir de kendi başına bırakmak istemezdim; işin kötü bitişini, sonuçlarını kural olarak değer sorunu dışında bırakmayı yeğ tutardım. bir iş kötü bitti mi, insan yaptığını doğru değerlendiremez olur kolayca. bana kalırsa, pişmanlık acısı bir çeşit “kemgöz”dür. başarıya varamayan bir şeyi, başarıya varmadığı için bir kat daha saygın tutmak, –bu daha bir uygundur benim töreme.– “tanrı”, “ruhun ölmezliği”, “kurtuluş”, “öte dünya”, daha çocukken bile ne dikkatimi, ne de vaktimi verdiğim kavramlar hepsi, –belki de bunlar için yeterince çocuksu olmadım hiç? benim için bir sonuç değildir tanrısızlık, hele olay hiç değildir; içgüdümden gelir düpedüz. biraz çokça meraklıyım ben, sorunlarla doluyum, kendimi beğenmişim: üstünkörü bir yanıt, bir kalabalıktır, –aslına bakarsanız, üstünkörü bir yasaktan başka bir şey değildir bizlere: düşünmeyeceksiniz!... “insanlığın selâmeti” için o tanrıbilimci antikalıklarının hepsinden çok daha önemli bir sorun var ki, beni daha başka türlü ilgilendirir: beslenme sorunu. günlük uygulamada şu kılığa girer sorun: “sen sen olarak asıl beslenmelisin ki, gücünün, erdeminin– uyanış çağında (renaissance) anlaşıldığı gibi, düzmece sofuluk katışmamış erdeminin doruğuna varabilesin?” benim bu konuda başımdan geçenler olabildiğince kötüdür; bu soruyu nasıl olup da böyle geç duyduğuma, görüp geçirdiklerimden nasıl böyle geç “uslandığıma” şaşıyorum. neden tam da bu bakımdan bir ermişe yakışırcasına geri kaldığımı, açıklarsa alman ekinimizin hepten işe yaramazlığı– “ülkücülüğü– açıklar biraz olsun. bu ekin hepten şüpheli amaçlar, o sözde “ülküler” –örneğin klagib etkin– ardından koşmak için, daha işin başında gerçekleri gözden kaçırmayı öğretir, –sanki “klagib” ve “alman” kavramlarının uzlaşmazlığı daha baştan besbelli değilmiş gibi! dahası var, insanı güldürür de bu –hele bir “klagib eğitimden geçmiş” leipzig’li getirin gözünüzün önüne! –gerçekten, ta olgun çağıma dek kötü yemek yedim hep, törel deyimiyle “kişiliksiz”, “kendimi düşünmeden”, “özgeci” olarak, aşçıların ve öbür dindaşların yararına yemek yedim. schopenhauer’i yeni yeni incelemeye başlamışken (1865), bir yandan da leipzig yemeklerini yemekle “yaşama istemi” mi iyiden iyiye yadsıyorum. yetersiz beslenip üstelik bir de mideyi bozmak... leipzig aşçıları bu sorunu şaşılacak bir başarıyla çözmüşlerdir sanırım. (duyduğuma göre, 1866 yılı birtakım değişmeler getirmiş bu alanda). ya genel olarak alman mutfağı, –onun kabahatleri sayılmakla biter mi hiç! yemeklerden önce çorba –16. yüzyıl venedik yemek kitaplarında bile alla tedesca dedikleri–, fazla pişmiş etler, yağlı, unlu sebzeler; mideyi bastırmak için o ağır hamur işleri! bunlara bir de yaşlı almanların –yalnız yaşlıların değil ya– o gerçekten hayvanca yemek üstüne içme alışkanlıklarını da katarsanız, alman düşüncesinin nereden çıktığını anlarsınız: bozuk bağırsaklardan... almanlarınkiyle –fransızlarınkiyle de– karşılaştırılınca bir çeşit “doğaya dönüş”, yani yamyamlığa dönüş olan ingiliz beslenme düzeni de iyice aykırıdır benim içgüdülerime; sanırım, hantallaştırır düşüncenin ayaklarını, –ingiliz kadınlarının ayakları gibi... en iyi mutfak piemonte’ninkidir. –alkollü içkiler dokunur bana; günde bir bardak şarap ya da bira yaşamı bana cehennem etmeye yeter, –benim karşıtlarımsa münih’te yaşıyor. bunu biraz geç kavradım, kabul; ama denemesini küçük yaştan beri yapmışımdır. daha çocukken, şarap içmenin de tütün gibi önceleri gençlerin bir gösteriş merakı, sonraları da kötü bir alışkanlık olduğuna inanırdım. belki de bu sertçe yargıda naumburg şarabının da suçu vardır. şarabın keyif verdiğine inanmak için hıristiyan olmalıydım, yani benim için tam saçmalık olan şeye inanmalıydım. işin şaşılacak yanı, az içkinin, bir de sert değilse, alabildiğine keyfimi kaçırmasına karşılık, çok içmeye karşı bir deniz kurdu gibi dayanıklı oluşumdur. daha çocukken göstermişimdir bu konuda yürekliliğimi. saygıdeğer schulpforta’da öğrenciyken kalemimde örneğim sallustius’un tokluğuna, yoğunluğuna erişme tutkusuyla, uzun latince ödevimi geceleyerek bir oturuşta yazmak ve temize çekmek, sonra da latince’mi ağır çaplı birkaç grog’la sulamak, bütün bunlar saygıdeğer schulpforta’ya hiç yaraşmasa bile, hem benim bünyeme, hem de sallustius’unkine vız gelirdi. sonraları, orta yaşlılığıma doğru, her türlü ispirtolu içkiye karşı gitgide daha kesin cephe aldım. ben et yememeyi de kendimde denemiş, sonra beni doğru yola getiren wagner gibi düşman kesilmiştim ona; ama düşünceye dönük tüm yaradılışlara, alkollü içkilerden hepten uzak durmalarını ne denli salık versem gene azdır. su ne güne duruyor. su almak için bol bol çeşmesi bulunan yerleri yeğ tutarım (nice, torino, sils); bir bardak içki beni canımdan bezdirir. in vino veritas derler:
    sanırım ki burada da “doğru” kavramı üstüne herkesle çatışıyorum, –bende tin suların üzerinde dolanır... kurallarımdan birkaçını daha çıtlatayım: bol bir yemek az yemekten daha kolay sindirilir. iyi bir sindirimin ilk koşulu, midenin bütünüyle çalışmasıdır. midesinin büyüklüğünü bilmeli insan. gene bu yüzden, tabldotlarda yenen ve benim aralıklı kurban törenleri dediğim o bitmek tükenmek bilmez yemeklerden sakınmalıdır. –aralarda hiçbir şey yememeli, kahve içmemeli: kahve kasvet verir. çay yalnız sabahları yarar; az, ama koyu olmalı: gerekenden bir damlacık açık olsa, çok dokunur, bütün gün kırıklık yapar. herkesin kendine göre bir kararı vardır bunda; sınırları dar, belirlenmesi güçtür. sinir yıpratıcı bir iklimde çayla başlanması salık verilmez; bir saat öncesinden geldiğince az oturmalı; açık havada, yürürken doğmayan, kasların da birlikte şenlik yapmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. –bir kez daha söylemiştim, kutsal tine karşı işlenen asıl günah kaba etlerdir.–
    yer ve iklim sorunu yakından bağlıdır beslenme sorununa. her yerde yaşamak kimsenin harcı değildir. bir kimseye bütün gücünü gerektiren büyük ödevler düşüyorsa, burada seçim alanı üstelik çok dardır. iklimin metabolizma üzerine, onun ağırlaşmasına, hızlanmasına etkisi öyle büyüktür ki, yer ve iklim konusunda atılacak yanlış bir adım bir kimseyi yalnızca ödevinden uzaklaştırmakla kalmaz, onu daha baştan alıkoyabilir de: yüzünü bile görmez ödevin. hayvansal dirim gücü ondan hiç yetesiye büyük olmamıştır ki, insana “bunu yalnız ben yapabilirim” dedirten bir özgürlük, benliğini ağzına dek doldursun... bir bağırsak tembelliği, küçücük de olsa, bir kez kötü alışkanlık durumuna geldi mi, bir dehayı orta değerde biri, “almanımsı” bir şey yapmaya yeter; tek başına almanya iklimi bile, yiğitçe dayanacak sağlamlıkta bağırsakları yıldırmaya yeterlidir. metabolizmanın hızı, düşünce ayaklarının çevikliğiyle doğru orantılıdır; bir tür metabolizmadır “düşünce”nin kendisi de. şimdiye dek kafalı insanların yaşadığı, nüktenin, incelmenin, hainliğin mutluluktan ayrılmaz sayıldığı, dehanın nerdeyse zorunlu olarak yurt edindiği yerleri bir yan yana koyun: hepsinin eşsiz kuru bir havası vardır. paris, provanca, floransa, kudüs, atina, –bu adlar da kanıtlıyor ki, deha kuru havaya, duru göğe, yani metabolizma çabukluğuna, hiç durmadan ve çok büyük ölçüde erke bütünlemesi yapma olanağına bağlıdır. önümde örneği var; özgür yaratılmış, değerli, kafalı biri, tek iklim konusunda içgüdü inceliği olmaması yüzünden dar kafalı bir uzman, köşesine sinmiş, hırçın biri olup çıktı. hastalığım beni sağduyulu olmaya, gerçekteki sağduyu üstünde düşünmeye zorlamasaydı, benim sonum da bundan başka türlü olmazdı. şimdi iklim ve hava etkilerini, uzun bir alıştırma sonucu, kendimde pek duyar, güvenilir bir aygıtta okur gibi okuyor, örneğin torino’dan milano’ya kısa bir yolculuk sırasında havanın nemlilik derecesinde değişikliği bedenimde ölçüyorum da, son on yılı dışında yaşamımın, tehlikeli yıllarımın hep benim için yanlış, kesin olarak yasaklanmış yerlerde geçtiğini düşününce tüylerim ürperiyor.
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster