1. 1.
    +1
    7.

    Bu orman ki Deliormandır gelip durmuşuz
    demek Ağaçdenizinde çadır kurmuşuz.
    «Malûm niçin geldik,
    malûm derdi derunumuz» diye
    her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz.

    Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş.
    Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp
    reaya zinciri bırakıp gelmiş.
    Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil
    kol kol Ağaçdenizine akıp gelmiş...

    Bir kızılca kıyamet!
    Karışmış birbirine
    at, insan, mızrak, demir, yaprak, deri,
    gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri.
    Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır,
    ne böyle bir uğultu duymuşluğu var
    Deliorman deli olalı beri...



    8.

    Anastası Deliormanda Bedreddinin ordugâhında bırakıp ben ve rehberim Geliboluya indik. Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. Galiba bir dildâde yüzünden. Biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık. Lâkin bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası değil, izmir yoluyla Karaburuna, bu sefer şeyhinden Mustafaya haber ulaştırmak işiydi.
    izmire yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki oğlunun elinden tutan Bayezid Paşanın Anadolu askerlerini topladığını duyduk.
    izmirde çok oyalanmadık. Şehirden çıkıp Aydın yolunu tutmuştuk ki bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık. Her birinin üstünde başka çeşit libas vardı. Üçü kavukluydu, birisi fesli. Selâm verdiler. Selâm aldık. Kavuklulardan birisi Neşrî imiş. Dedi ki:
    — Halkı ibahet mezhebine davet eden Börklücenin üzerine Sultan Mehemmed Bayezid Paşa'yı gönderir.
    Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin Şihâbiddin imiş. Dedi ki:
    — Bu sofinin başına birçok kimseler toplandı. Ve bunların dahi şer'i muhafazidiye muhalif nice işleri âşikâr oldu.
    Kavuklulardan üçüncüsü Âşıkpaşazâde imiş. Dedi ki:
    - Sual: Ahir Börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı?
    - Cevap: Allah bilir anın çünkim biz anın mevti halini bilmezüz..
    Fesli olan çelebi ilâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi. Yüzümüze baktı. Gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir şey demedi.
    Biz hemen atlarımızı mahmuzladık. Ve bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları arkasında bırakarak Aydına, Karaburuna, Börklücenin yanına vardık.



    9.

    Sıcaktı.
    Sıcak.
    Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
    sıcak.

    Sıcaktı.
    Bulutlar doluydular,
    bulutlar boşanacak
    boşanacaktı.
    O, kımıldanmadan baktı,
    kayalardan
    iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
    Orda en yumuşak, en sert
    en tutumlu, en cömert,
    en
    seven,
    en büyük, en güzel kadın:
    TOPRAK
    nerdeyse doğuracak
    doğuracaktı.

    Sıcaktı.
    Baktı Karaburun dağlarından O
    baktı bu toprağın sonundaki ufka
    çatarak kaşlarını :
    Kırlarda çocuk başlarını
    Kanlı gelincikler gibi koparıp
    çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
    beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.

    Bu gelen
    Şehzade Murattı.
    Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın
    ismine
    Aydın eline varıp
    Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine.

    Sıcaktı.
    Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
    baktı köylü Mustafa.
    Baktı korkmadan
    kızmadan
    gülmeden.
    Baktı dimdik
    dosdoğru.
    Baktı O.
    En yumuşak, en sert
    en tutumlu, en cömert,
    en
    seven,
    en büyük, en güzel kadın :
    TOPRAK
    nerdeyse doğuracak
    doğuracaktı.

    Baktı.
    Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
    Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
    fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
    Oysaki onlar bu toprağı,
    bu kayalardan bakanlar, onu,
    üzümü, inciri, narı,
    tüyleri baldan sarı,
    sütleri baldan koyu davarları,
    ince belli, aslan yeleli atlarıyla
    duvarsız ve sınırsız
    bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.

    Sıcaktı.
    Baktı.
    Bedreddin yiğitleri baktılar ufka...


    En yumuşak, en sert,
    en tutumlu, en cömert,
    en
    seven,
    en büyük, en güzel kadın :
    TOPRAK
    nerdeyse doğuracak
    doğuracaktı.

    Sıcaktı.
    Bulutlar doluydular.
    Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
    Birden-
    - bire
    kayalardan dökülür
    gökten yağar
    yerden biter gibi,
    bu toprağın verdiği en son eser gibi
    Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
    çıktılar.
    Dikişsiz ak libaslı
    baş açık
    yalnayak ve yalın kılıçtılar.

    Mübalâğa cenk olundu.

    Aydının Türk köylüleri,
    Sakızlı Rum gemiciler,
    Yahudi esnafları,
    on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın
    düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
    Bayrakları al, yeşil,
    kalkanları kakma, tolgası tunç
    saflar
    pâre pâre edildi ama,
    boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
    on binler iki bin kaldı.

    Hep bir ağızdan türkü söyleyip
    hep beraber sulardan çekmek ağı,
    demiri oya gibi işleyip hep beraber,
    hep beraber sürebilmek toprağı,
    ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
    yârin yanağından gayrı her şeyde
    her yerde
    hep beraber!
    diyebilmek
    için
    on binler verdi sekiz binini..

    Yenildiler.

    Yenenler, yenilenlerin
    dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
    kılıçlarının kanını.
    Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
    hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
    Edirne sarayında damızlanmış atların
    eşildi nallarıyla.

    Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
    zarurî neticesi bu!
    deme, bilirim!
    O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
    Ama bu yürek
    o, bu dilden anlamaz pek.
    O, «hey gidi kambur felek,
    hey gidi kahbe devran hey,»
    der.
    Ve teker teker,
    bir an içinde,
    omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
    yüzleri kan içinde
    geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
    geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları..*
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster