1. 1.
    +2
    bundan altı asır evvel, hicri 732 miladi 1332'de tunus'ta doğdu. babasından ilim tahsil etti. i̇lk önce kur'an'ı ezberledi. yedi kıraat şeklini öğrendi. edebiyat, fıkıh ve hadis ilimlerini öğrendikten sonra aklî ilimleri de tahsil etti. genç yaşında âlimlerin meclisine girdi. bilgi ve faziletlerinden istifade etti. herbirinden icazetnameler aldı. bir seyahatte, fas emiri ebu i̇nan'ın veziri oldu. kendisini kıskanan memurların iftiraları yüzünden hapsedildi. ebu vefat edince yeni emir onu serbest bıraktı ve umumî kâtipliğine tayin etti. kabilelerin isyanı üzerine emir iktidarı kaybetti. bunun üzerine i̇bn-i haldun gırnata'daki beni ahmer devletine gitti ve burada tarih çalışmaları için müsait zemin buldu.

    kastil kralı'na elçi olarak gönderildi. vezir i̇bn-i hatip'in rekabeti yüzünden gırnata'dan ayrılmaya mecbur oldu. becaye emiri ebu abdullah'ın davetini kabul etti ve ona vezirlik yaptı. becaye ile constantin arasındaki gerginlikleri gidermeye çalıştı. siyasî hayatın istikrarsızlığı onu ilmi çalışmaları için telemsan'da yerleşmeye zorladı. fakat idarî kabiliyetinden faydalanmak üzere davet edenlerin çokluğu onu tekrar faal hayata soktu. telem san sultam ebu hama onu hudutları koruyan kabilelere başkan tayin etti. bu askeri vazife münasebetiyle i̇bn-i haldun sahra halkını tanıma ve göçebeler hakkında derin tetkikler yapma fırsatını buldu. zaten tarihle ilgili görüşlerini bu tecrübeler vasıtasıyla kristalize etti.

    tunus'ta, fas'da, cezayir'de ayrı hanedanlar hüküm sürüyordu. köylerin ve kervanların kabilelerce yağma edilmesi, hanedanlar arası savaş, şehirlerin emniyetsizliği, sahradaki otorite boşluğu istikrarlı bir hayatı engelliyordu. 47 yaşma gelmişti ve devamlı okumaları, siyasî tecrübeleri ile büyük bir malumat, bilgi biriktirmişti. siyasî hayatı bırakarak kendi tabiri ile "yeni bir ilim" yazmaya karar verdi. bu suretle selâme oğullan kalesi'ne çekilerek dört yılda meşhur "mukaddime"sini yazdı. eserini sultan'a ithaf etti ve yazma nüshayı kütüphaneye verdi. i̇bn-i haldun neticeyi beklemeden hacca gitmek için tunus'tan gemiye bindi. dönüşünde onu hayranlıkla karşılayan mısır'a yerleşti. el-ezher'de ders verdi ve kadı'ül-kudat (kadıların kadısı) tayin edildi. timurlenk beyazıt'ı yendikten sonra mısır'ı zapta kalkmıştı. melik nasır tehlikeyi atlatmak için i̇bn-i haldun'u şam'a elçi olarak gönderdi. vaktinde yapılan bu hareket tesirini gösterdi ve mısır'ı istiladan kurtardı.

    mukaddimesinde modern tarih felsefesine ve modern sosyolojiye rehberlik yapacak bir tarih teorisi ortaya koydu. i̇bn-i haldun tarihte iki manzara görüyor. birincisi: kronik. i̇kincisi: asıl tarih. kronik, vakaların tasviridir ve yalnızca edebî değeri vardır. tarihin ise bazı prensipler ve sebeblerin yorumlanmasına ve muhakemeye ihtiyacı vardır. i̇şte buradan tarihin hakikati doğar. tarih yalnız gerçek hâdiseler değildir; aynı zamanda bunların gerçekleşmesini gerektiren şartların tahlilidir. bu şartların tetkiki çok geniş olabilir ve insan cemiyetinin bütün manzaralarını kuşatabilir. i̇nsan cemiyeti bütünlüğü ile ele alınmıştır.

    i̇bn-i haldun'un hükümdarlar katında dolaşmasını bir kusur olarak isnad edenler, ıstıraplar ve kargaşalıklar içinde çalkalanan o devrin endülüs'ü ile batı afrikası gibi ülkelerde yaşayanlar için bunun bir kusur teşkil etmeyeceğini unutuyorlar. birbiriyle çekişen bu hükümdarlar arasında bulunmanın, bir ilim adamı ve bir müşahedeci olarak i̇bn-i haldun'a çok yönlü faydaları olmuştur. sanki hükümdar ve idareciler i̇bn-i haldun için bir tecrübe tahtası olmuştur. devletlerin hallerini gözleriyle görmüş, yüksek dehası ile hâdiselerin sebeb ve amillerini incelemiş ve bu incelemeler, eserini bu metoda göre yazmasına da bir amil olmuştur. eğer i̇bn-i haldun'un bu renkli hayatı olmasa idi mukaddime'sini bu şekilde mükemmel olarak yazamazdı.

    i̇bn-i haldun görüş ve düşüncelerini müşahede ve tecrübeye dayandırmıştır. günümüzde sosyal pgibolojinin söylediklerini altı asır öncesinden söylüyor: i̇nsan alışkanlıklarının ve kazandı ki an nın mahsulüdür. yoksa tabiat doğuştan mizacının eseri değildir. kavimlerin karakterleri varsa, bunlar da onların kazandıklarının eseridir. bundan dolayı âdetler insan tabiatını değiştirirler. bir şeye alışılınca o görenek ve âdet olur. âdet de tabiat (huy) olmaya kadar gider. böylece insan karakterlerini sosyal faaliyette kazanır.

    sosyal hâdiseler üzerinde coğrafi tesire büyük ehemmiyet vermektedir. i̇klimin kişiliğe, coğrafyanın aktiviteye; gıdaların yine insan karakterine tesir ettiğini söyler. batıda bu anlayış, fazla abartılarak, "insan yediğidir" denmiştir. dağlılar sert, mert ve az konuşan insanlardır. sahillerde yaşayanlar yayvan ve nemli vücutlu olurlar. aşın iklimler toplumun refahına elverişli değildir. bundan ötürü medeniyetler mutedil iklimlerde kurulmuştur. bu medeniyetler daha istikrarlı ve çevreye intibaklıdırlar. modern sosyoloji ve coğrafyacı ekol de aynı kanaat ve görüşlere iştirak etmektedirler. zencilerin hafifmeşrep, oyun ye eğlence düşkünü olmalarını iklimlerinin fazla sıcaklığının beyinlerine olan tesirinde görür. ona göre kanaat, darlığa ve yoksulluğa tahammül, sade yaşayış, kişiler için en güzel faziletlerdendir. kendisi göçebe hayatına düşkündür. göçebelerin ahlâk, terbiye, mertlik, insaniyet, kahramanlık, bahadırlık ve cesaret bakımından şehirlilere nispetle çok yüksek bir derecede bulunduğunu bu eserinin birçok yerinde tekrarlar. şehirlere yakın, tekellüflü yaşayışın itiyat ve icaplarına düşkün olan kavimlerle temasta bulunan göçebelerin mertlik, fedailik ve bahadırlık meziyetleri o nisbette eksilir.

    devletlerin kuruluş çağı fedaîlik, hamiyet ve kahramanlık devresi olduğu için tekâmüle doğru yürüme çağıdır. servet kazanılmış olduğu için ikinci devre rahatlığa ve tekellüflü hayatın âdet, itiyat ve israflarına dalma çağıdır, üçüncü devre, tekellüflü hayatın neticesi olarak yorulma, yıpranma ve ihtiyarlama çağıdır, ihtiyarlık bir kere çöktü mü artık ondan kurtuluş yoktur. ancak taze kuvvetler kullanmak suretiyle tamir ve revizyon sayesinde devletlerin ömürleri uzatılabilir. fakat her halde yıkılma mukadderdir. i̇nsanlar ölümden kurtulamadıkları gibi, devletler için de yıkılmaktan kurtuluş yoktur. her kemalin bir zevali vardır.

    medenî hayatın lezzet ve nimetleri içinde yaşayarak yıpranmamış olan kavimlerin diğerlerine nispetle devlet kurmaya ve memleketler fethetmeye daha muktedir olduğunu söyler. cenab-ı hakkın, i̇srail oğullarını kırk yıl tin sahrasında dolaştırmaktan maksadının; onları istiklâl kazanmaya ve korunmaya alıştırmak; kendilerine va'dedilen mukaddes toprakları fethedebilmeleri için şecaatli ve cesaretli olarak yetiştirmek; zillet ve hakirliğe alışmış olan neslin yerine dayanıklı, mert ve cesur yeni bir nesil yaratmak olduğunu ileri sürer.

    i̇bn-i haldun'a göre tebaa veya hükümdar olmak izafi şeylerdir. hükümdar halkın maslahatına riayet etmeye mecburdur. hükümdarın kıyafetinin, şekil ve suretinin, akü ve fikrinin keskinliğinin halk için ehemmiyeti yoktur. hükümdar demek, halkının iş ve maslahatına bakan, tebaa ise, başlarında işlerine bakan hükümdarları bulunan cemiyettir. i̇daresi, güzel ve halkı için faydalı olursa, hükümdardan maksad ve gaye meydana gelmiş olur. aksi halde hükümdarın vücudu, halk için zararlıdır.

    Özet : sosyolojinin kurucusu...
    tarih felsefesinde deha.
    pgiboloji usullerini tarihe uygulayan ilk alim...
    ···
   tümünü göster