1. 1.
    +10
    olayı özet geçiyorum beyler;

    bu şirret huur cocuga kendini gibtirmiş bakmıs para var kene gibi yapısmıs garibim fuatta mal tabi seviyor filan karının göz parada bilmiyor sonra cefakar anası işi çözmüş bu fahişeyi ait oldugu yere karaköye göndermiş
    ···
  2. 2.
    +8
    bugünlerde her erkek biraz pekekent, her kadın biraz huur değil mi .
    ···
  3. 3.
    +7
    merhaba ben fuat

    sana puanım 9 kankaa
    ···
  4. 4.
    +4 -1
    selam ben fuat. sus geçmişini giberim. sen haksızsın.
    ···
  5. 5.
    +5
    birak siirselligi amini goster bize. amamamamamamamam mememememememe
    ···
  6. 6.
    +4
    ben özet geçeyim
    @fuat gibmiş parasını vermemiş beyler
    ···
  7. 7.
    +3
    fuatgül'ün şuçu ne?
    ···
  8. 8.
    +2
    fantazilerinizi anlat biraz lan. mutfakta gibiş, masada gibiş, klozette, banyoda, arabada, parkta, balkonda anlat lan uyicam bak. nerelerine bosaldı bu bin anlat rahatla lan valla bak.
    ···
  9. 9.
    +2
    @73 kibariye sen misin kiz?
    ···
  10. 10.
    +1 -1
    ayyyyyyyyyyyyyyy inanmıyorum o fuatıı samsunlarda bulup gibmek gerekir erkek olaydıda
    otelin hesabını ödeyeydi seny o durumlara düşürmeyeydii.aa kısssss aldatmamışındırda döndüğüm gibi
    para yollayana verirdim ben olsam bare gam yemezdin vermediysen şmdi ver ayol haketmiş çocuk
    ···
  11. 11.
    +2
    arayan süleyman çocuğunu istiyo
    ···
  12. 12.
    +2
    aha resepsiyonist de kayacak buna
    ···
  13. 13.
    -2
    Kolordu kumandanına olanları ve özellikle de ordu kumandanıyla aralarında geçen tatsız konuşmayı çok genel anlamda da olsa aktarmasına rağmen, içi pek rahatlayamamıştı Reşat Bey’in. Telefonun ahizesini usulca yerine bırakırken, çamurla terden dolayı değişik bir renk alan karmakarışık saçlarını sıvazlayıverdi. Derin bir iç çekti... Aklında sadece saat 12.00 için verdiği söz ve tümeninin şu andaki sıkıntılı durumu vardı. Emir eri çay yapmıştı. Toz toprak içerisinde, herkese nasip olmayan bu çayı minnetle alıp yudumlamaya başladı. Şeker yokluğundan kuru üzümle içiyordu. “Bu çaydan sonra acaba daha kaç çay içerim” diye söylendi kendi kendine...

    Karşılıklı silah sesleri çoğalıyordu. Sabah güneşi iyice ortaya çıkmış, âdeta her tarafı turuncuya boyamıştı. Sabah saat tam 08.00’de, yüz yaşında gibi görünen, kavruk, kara kuru, posbıyıkları sigaradan sapsarı olmuş bir karargâh çavuşu, tümen haber merkezinden az önce alınan “1. Kolordu Kumandanı izzeddin” imzalı bir emri, toz toprak içindeki titreyen eliyle, okuması için Reşat Bey’e uzattı. Bu derin çizgilerin anlamlandırdığı kırışık suratta, sanki bir tablo seyrediyormuş gibi, bir neslin yıllardır çektiği acıların tamdıbını bir anda görebilmek mümkündü. iki asker göz göze geldi. Reşat Bey teşekkür etti. Çavuşun ismini hatırlayamamıştı. Zarfı alırken çatallanan bir sesle “Sağ ol aslan çavuşum” dedi. Kavruk çavuşun biri çenesinden başlayıp boynunu izleyerek ense köküne kadar çaprazlamasına uzanan, diğeri yanağındaki, dikiş izi belli iki derin şarapnel yarasıyla, başparmağı olmayan sol elini görünce bir an için durdu ve konuşmasına devam ederek ona “Senin, bizim nesilden ve aynı kafadan biri olduğuna dair iddiaya girerim... Nereden anladım, söyle baklalım yiğit çavuşum” diyebildi sadece. ihtiyar çavuş, Reşat Bey’in kendisinin gönlünü almaya çalıştığını hemen anlamıştı. Saygılı ancak muzip bir edayla cevapladı:

    “Sağ olun kumandanım. Anladınız, çünkü her yerim delik deşiktir be ya, yani sizin gibiyimdir yani... ”

    “O halde bugüne kadar iyi sağ kalmışsın, bunu nasıl başardın ki?”

    “Eee... Kumandanım, peki sen nasıl başardın ki! Ben tam 17 yıldır askerim. Çok cephe dolaştım, çok mermi yedim. ilk askerliğimde anam belimdeki şu palaskayı okumuş ve kendi elcağızıyla belime bağlamıştı. Te be kumandanım beni galiba hep bu korudu.”

    Reşat Bey, Trakyalı olduğu anlaşılan çavuşunun hazırcevaplığına hem şaşırmış hem de çok memnun olmuştu. Başını sallayıp hafifçe güldü, siperdeki tahta sehpasında duran üç kuru incirin ikisini ona verdi; sırtını sıvazlayıp ona teşekkür etti. Bu kadar gerilimli bir ortamda Mehmetçik sayesinde bir anda gülebilmişti. Aslında şu an, çok uzun bir süredir gülmeyi unuttuğunun da farkına varmıştı.
    Tümünü Göster
    ···
  14. 14.
    -2
    Düşman kararlı bir şekilde direnmeyi sürdürüyordu. Hiç de “korkak palikarya” filan gibi değildi. Özellikle de bu kesimde, çok inatçı bir şekilde çarpışıyorlardı. Onları dokuz yıl öncesinden yani Yanya’dan zaten çok iyi tanıyordu. Başarısızlık halinde nelerin olabileceğinin farkındaydı. Çiğiltepe sanki ateşten ve dumandan bir cehennem haline gelmişti... Birden hiçbir sesi duymaz oldu. Kendi iç dünyasındaydı ve iç hesaplaşmasını yapmaya başlamıştı. Çıt çıkmıyordu... Kurumuş çatlak dudakları aralandı, kimseye de duyurmayacak şekilde, kısık bir tonda ve öfkeyle dişlerini sıka sıka, sanki tam karşısındaki dağ canlıymış gibi ona doğru söyleniverdi:

    “Hey mübarek dağ, bak bakalım bana! Gelecek nesiller senin kıymetini bilir ve burada bugün olanları, sebil olan şu canları umarım hatırlarlar. Başarırsak, bunca kana ve cana mal olan bu tepenin değerini umarım anlayabilirler... ”

    Sonra öfkesini içinde tutamadan yine karşıdaki Çiğiltepe’ye doğru aynı şekilde tane tane söylenmeye devam etti:

    “ Dağ, dağ, bak bana! Sen neymişsin böyle? Bana bugün nasip olmayacakmışsın sen, öyle mi? Sen, peki benim 27 yıllık fırtınalı ömrümde hangi tepeleri, dağları nasıl yendiğimi hiç biliyor musun ki? Dağ, dağ! Sana söylüyorum, cevap ver diyorum sana! Benden daha mı kuvvetlisin sen? Beni yenebilecek misin ki?”

    Sanki sorusunun cevabını almış gibi birden suskunlaşmıştı. Kum torbalarının ardından bakıp gözlerini, sanki delecekmiş gibi, heybetli görünen tepenin çalılık zirvesine dikti. Dişlerini sıkarak, öfkeyle söylenmeyi sürdürdü:

    “Dağ, orada hep vardın sen. Var olmaya da devam edeceksin. Asırlardır Reşat’lar buradan bir bir gelip geçiyor... Ey Çiğiltepe, evet, orada hep vardın ve var olmaya da devam edeceksin! Ama adının daha çok anlamlanmasını, bizlerin kanından ve canından alacağını ve senin de bu isimle ancak böyle ünlenebileceğini, şu anda benden başka kimse bilmiyor! Seni hatırlanacak hale getireceğim. Seni onurlandıracağım. işte sen, bunun için beni asla, ama asla yenemezsin! Yenemeyeceksin. Çilekeş Anadolu’da bazı tepeleri Ziyaret Tepe yapanların veya onları meşhur edenlerin, ona kan ve can verenler olduğunu, hele biz iyi biliriz! Bu tepelerin de elbette kıymetini bilecekler bir gün! Bunları anlamlandırma sırası şimdi bizlerde... Yani anlaşılan şu an sıra bende” dedi dişlerini sıka sıka sessizce. Bir yandan da sürekli saatine bakıyordu. Sanki bir şeye karar vermiş gibiydi. Göz ucuyla umutla baktığı karargâhından, hâlâ iyi bir haber yoktu. Verdiği söze ise sadece 15 dakika kalmıştı. Saat 11.45’ti. Artık süre dolmak üzereydi…
    Tümünü Göster
    ···
  15. 15.
    -2
    …Bir anda Nurettin Paşa’nın, “12.00’ye kadar hedefi alamazsanız, ben sizin yerinizde olsam yaşamam” cümlesi aklına geldi. Hemen ardından da kendi verdiği tokat gibi cevabı zihninde şimşek gibi çaktı:

    “Sizin benim yerimde olmanıza lüzum yok, ben zaten yaşamam!”

    Bu bir taahhüt sayılırdı. Saatine baktı. 12.00’yi geçiyordu. Yani vakit tamamdı. Bir söz vermiş ve bunu gerçekleştirememişti. Oysa “söz namus” demekti, hep böyle duymuştu. Üstelik kumandanına “Tepeyi zamanında alamazsam ben zaten yaşamam” demişti. O da buna hiç itiraz etmemişti; yani bir nevi onaylamıştı. Herhalde bunu yapamaz sanıyordu. Onurun nasıl bir şey olduğunun âdeta kanıtlanması istenmişti. Etrafından geçen mermilere kayıtsız, telaşsız, dalgın gözlerle siperlerin arasında ilerlemeye devam ediyordu.

    Bazı askerler, tümen kumandanları böyle aslan gibi siperlerin dışında, kendileri ise fare gibi içerde bulunmaktan rahatsızlık duymaya başlayınca, birçoğu, dayanamayıp siperlerinden dışarı fırlamaya kalktı. Reşat Bey eliyle hemen, “Sakın ha” der gibi, keskin işaretlerle siperlerini terk etmelerini engelledi. ileri gözetleyicilerin yanına sürünerek gelmiş bulunan Tümen Topçu Kumandanı Yüzbaşı Seyfi Bey’in vurulma riskini göze alıp kendisine doğru hamle yapmasına da fırsat vermedi.

    Hâlâ çok kararlı bir şekilde açıkta yürüyordu. Şimdi de dimdik duran vücudunu ve göğsünü düşman kurşunlarının ve şarapnellerinin geldiği istikamete çevirmişti, hedef büyütmüştü; hatta kısa bir süre öylece bekledi. Bu bekleyiş siperlerdeki bütün Mehmetçiklere, onu çok seven genç zabitlerine, “seneler kadar uzun” geliyordu.

    Neyi gözlüyordu, neyi bekliyordu? Bunu kimse bir türlü anlayamıyordu. Başka da hiçbir şey söylemiyordu. Sadece güler gibi bir çehreyle, düşmanla alay edercesine siperlerin arasında sanki etrafında yüzlerce mermi vınlamıyormuş gibi, sakin bir şekilde yürümeye devam ediyordu. Kendi komuta yerine doğru ilerliyordu. Büyük turunu hiç vurulmadan tamamlamak üzereydi.

    Gözlerinin önünden yıllardır yanında, kucağında can verenler geçmeye başladı. Düşman siperlerine doğru şöyle bir baktı, dişlerini sıkarak “inşallah bu yaptığınız son olur da bari gelecekte sevgili yeğenlerimle savaşmazsınız” diye üzüntüyle söylendi. Savaştan iyice nefret etmeye başladığını hissediyordu. Aşağıda karşıda, sağda solda her saniye birisi daha can veriyordu. Yumruğunu o tarafa doğru sallayıp, “Rahat dursaydınız da güzel hayatlar kursaydık, fena mı olurdu yani” diyebildi güçlükle. Karmakarışık düşünceler içinde, tekrar kendinden geçmeye başlamıştı. Siperlerin arasında dolaşırken geçen şu son on beş dakika, on beş asır gibiydi. Artık bu uzun; ama çok uzun hayatta, çok yorulduğunu daha da fazla hissediyordu ve aklında sadece, ağzından çıkan bir “söz” vardı.

    Evet, başaramamıştı. Tutamadığı bu sözle, hayatta ilk kez böyle bir şeyi başaramıyordu. Ama neden kendisine hiç mermi gelmiyordu? Neden etrafından geçmekte olanlardan biri, etten kemikten bedenini parçalamıyordu? Mermi yağmuru neden şimdi istemesine rağmen onu ıslatmıyordu? Neden hayatını bir düşman kurşunuyla sonlandıramıyordu? Tanrı, hayatıyla ilgili vermiş olduğu bu kararına “Olmaz” mı demişti? Yoksa bunu kendisi mi gerçekleştirmeliydi? Kumandanının istediğini mi yapmalıydı? Paşa babası, yeğenleri, yengesi, ağabeyi ve asla unutamadığı Nadir Hanım acaba kendisini affedebilecekler miydi? Tarih kendisini yazacak mıydı? Yoksa Çiğiltepe denen şu karşıdaki toprak parçası da, diğer on binlercesi gibi tarihte kaybolup gidecek miydi?

    Tepe mi kendisini yenecekti, yoksa o mu Çiğiltepe’yi? Kim hatırlanacaktı?
    Tümünü Göster
    ···
  16. 16.
    +2
    beyler acikliyorum irishka elvan abeylegesse
    ···
  17. 17.
    +2
    şunu bi erkek yazsa kimse giblemezdi ya o koyuyo bana amk
    ne matah bişeymiş şu am arkadaş
    ···
  18. 18.
    +2
    beyler ben fuat *. ntvspor'da programım var mehmet demirkolla. saygın bir adamım. bu kaltak adımı lekeleyecek. inanmayın.
    ···
  19. 19.
    +2
    vay soysuz kopek yaaa

    sen benim olmalisin elenor
    ···
  20. 20.
    +2
    @14 freud sen sus haksizsin muallak.

    @1 anlat kızım sen ben dinliyorum
    ···