1. 51.
    0
    up up up up
    ···
  2. 52.
    0
    Otobüsün orta kısmında bulunan bir koltukta oturuyordum. işe yetişmem gerekiyordu ve daha şimdiden 9 dakika geç kalmıştım. iş yeri ise 45 dakikalık bir mesafede bulunuyordu. Kaba bir hesapla işe 60 dakika geç kalacaktım ve sevgili patronumd
    an saatte 60 kilometre hızla 60 türlü azar işitecektim. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, otobüs şoförü her zaman gittiğim güzergahı değiştirip başka bir yola sapmıştı. Şoförün virajı alırken yaktığı sinyaller aynı zamanda işe daha da geç kalacağımın sinyalini veriyordu.

    Çok geçmeden otobüs bir durakta durup yolcu indirmeye başladı. Aynı anda aramıza çiçeği burnunda yolcular katıldı. O kalabalık arasında bir tek kişi dikkatimi çekti. Yalnızca bir tek kişi. Kızıl saçları olan güneş yüzlü bir kadın! Afet-i Devran dediğimiz bir türden.
    Kafamdan türlü türlü senaryolar geçiyordu: “Şimdi bu kadın benim yanıma oturur. Bakışırız, hoşlaşırız. Sonra bam! Ver elini Maldivler.”

    Tabii bunlar heyecandan peryalize olmuş bir beynin hayal ürünüydü.
    Ama absürt senaryomun bir bölümü gerçekleşmişti. Kızıl saçlı afet tam karşıma oturdu. Otobüsteki tersli düzlü koltukları bilirsiniz. Biri düz giderken diğeri ters gider. O ters gidiyordu, ben düz. O gayet sakin gözüküyordu, ben onun karşında ters düz olmuştum.

    Suratıma “karizmatik olduğum kadar sempatiğim güzel bayan,”der gibi bir ifade yerleştirdim. James Stewart tarzı bir bakış attım.
    Baktım.
    Baktım.
    Baktım.
    Sonra midem bulandı.
    Eğer otobüste uzunca süre bir şeye odaklanırsam midem bulanıyor.

    Bu güzel ama yorucu yolculuk iki durak sürdü. Çünkü bu gezegenden olamayacak kadar güzel olan isimsiz yolcu, yolculuğunu tamamlamıştı.
    Bense yarım kalmıştım. Kalbim, yüreğim, aklım; o iki durak arasında sıkışıp kalmıştı.

    iş yerine vardım. Sandığım gibi olmadı. Patronum ortalıkta gözükmüyordu. Çünkü bu saygıdeğer huur çocuğu, işe benden daha geç gelecekti. Patronlar politikacılarla aynı karakteristik özelliklere sahiptir. Her ikisi de emir kipleri kullanır, empatiden yoksundurlar ve paha biçilemez birer yalancıdırlar. Eğer canınız sıkılacak olursa açın Meclis Tv izleyin. Sahtekarlık konusunda pratik bilgiler edinirsiniz.
    Neyse, konumuz bu değil.

    Bütün gün iş yerinde onu düşündüm. Sıkıntıdan kendimi falım marka sakızlara verdim. Hatta birinin kağıdında şöyle yazıyordu:
    “Gittiyse temelli gitmedi, sana karşı bir şeyler hissetti / mum alevi değil ki sönsün, devamı var canım bitmedi.”
    içim ferahlamıştı. O gün, dünya üzerinde fala en çok inanan insan bendim. Hatta şirketin çaycısı Nilüfer teyzeye bugün bana kahve yapmasını ve ardından falıma bakmasını rica ettim. Kabul etti. Sonuç, hemen hemen aynıydı.

    Ertesi gün yine şirkete gitmek için otobüse bindim. Yine o kızıl saçları olan güneş yüzlü kadın aynı durakta bindi. Ve inanmayacaksınız, yine tam karşıma oturdu! Hipnotize olmuş gibi gözlerine daldım.

    “Merhaba.”

    Evet. Az özce benimle konuştu. Yutkunup cevap verdim.

    “Size de merhaba.”

    “Bir sorunmu var?”

    “Ne gibi?”

    “Yaklaşık 5 dakikadır kıpırdamadan bana bakıyorsunuz. Suratımda bir şey mi var?”

    “Yo yo hayır, bir şey yok.” Sadece çok güzelsin.

    Cevap vermek yerine utangaç biçimde boynunu büktü. Sonra başını kaldırıp Rose McGowan tarzı bir bakış attı.
    Baktı.
    Baktı.
    Baktı.
    Sonra “midem bulanıyor,” dedi.

    “Eğer otobüste uzunca süre bir şeye odaklanırsanız mideniz bulanır,” dedim.

    “Biliyorum,” dedi. “ Ama ben hamileyim.”

    An itibariyle, dünyası başına yıkılan her üç kişiden biriydim.
    Sonuç itibariyle, otobüs aşkı hüsranla biten kişiler listesine adımı altın harflerle yazdırmıştım.
    Tümünü Göster
    ···
  3. 53.
    0
    Beş parasızım. Çulsuzun tekiyim. Nişanlım benden ayrılmak üzere. Düğün masraflarını karşılayamayacak durumdayım. Çünkü o lanet düğün salonları milyar üzerinden çalışıyor; bense meteliğe kurşun atıyorum. Eğer elimi çabuk tutmazsam, -ya da el
    imden birisi tutmazsa-
    tutunduğum tek dal beni terk etmek zorunda kalacak.

    Belki duymuşsunuzdur. Elizabeth Hurley ve Arun Nayar çifti 2007 yılında dünya evine girdi. ingiltere’de Sudeley Şatosu’ndaki törenin ardından Hindistan'ın Jodhpur şehrinde devam eden düğünün toplam maliyeti 2.5 milyon dolardı. Misafirlerin taşındığı özel jetlere 300.000 dolar, Chopard tasarımı mücevherlere 250.000 dolar, otel odalarına 300.000 dolar harcandı. Üstelik düğünde misafirler arasında Elton John ve Kate Moss gibi ünlüler bulunuyordu.

    Benim düğünüm içinse sadece 8 milyar gerekiyor. Yani az önce anlattığım çiftin şarap masraflarının yüzde üçü. Şayet olur da evlenirsem düğünüme gelecek olanlar ise: eş-dost, akraba, Bakkal Hasan amca, Tuhafiyeci Nilgün teyze ve mahallenin yaramaz çocukları.
    Şansım yaver giderse düğündeki takılar, masrafların yarısını karşılayabilir. Yani az önce anlattığım çiftin kaliteli bir fotoğrafını çeken gazetecilere verilecek olan ödül kadar bir şey...
    Evet, hayat hiç adil değil.

    Dükkanda oturmuş tam bunları düşünüyorken içeriye patron girdi.
    Kalk oğlum, dedi. Müşterilerle ilgilen.

    Tamam efendim, dedim.
    Ok sir...
    Bien monsieur...
    Va bene signore...

    Tanrım, bütün dillerde boyun eğiyordum..
    ···
  4. 54.
    0
    okuyoruz moruk devam etsene, sonra yorum yapariz
    ···
  5. 55.
    0
    hayatımı yazdım gibleyen olmadı mk
    arkasından belki tutar diye ufak tefek karaladığım yazıları bilgisayar ortdıbına taşıdım yine gibleyen olmadı yapacak birşey yok..,
    edit: böyle dünyanın anasını gibim panpa..
    edit 2 : bütün herşeyi okuyunca uzun zamandır yazmadığım aklıma geldi
    ···
  6. 56.
    0
    panpalarım devam edip canınızı sıkmak istemiyorum...
    bugün oturdum bi yazı yazdım onu paylaitım... yorumlarınızı bekliyorum
    ···
  7. 57.
    0
    “Bizim amacımız, hayatınızı resetlemek değil; yenilemek. Sil baştan bir hayat sürmenizin imkanı yok. Başınıza bir sürü şey geldi; hiç olmamış gibi davranamazsınız. Geçmişinizi her an yanınızda taşıyın; ama ona bir çöp gibi davranın. Hayatı ciddiye almayın. Küçük şeyleri dert etmeyin. Sefalet içinde yaşayan insanları düşünün. Budala olmayın. Sevgilinizden mi ayrıldınız, birileri sizi görmezden mi geliyor, hayranı olduğunuz sanatçının imza gününü mü kaçırdınız?
    Karanlığa Koşanlar Derneği olarak eminiz ki; günlüğü 1 dolara çalışıp tak temizleyen insanlardan daha sefil değilsiniz. intihar mı etmek istiyorsunuz? Durmayın, edin! Dünyanın sizin gibi duyarsız insanlara ihtiyacı yok... ”

    Durdum. Yanlış okumadığıma emin oldum. Tekrar tekrar okudum. Kendimi dışlanmış hissettim. Ama kesinlikle sinirli değildim. Doğruları söylüyor gibiydi. Dosyayı masaya bıraktım. Sonra düşündüm. Galiba çok fazla dert edindim kendime. Çok bencil olduğum kanısına vardım. Freud'u aradım. Her zaman ki gibi yine hemen açtı. Direk konuya girdim.

    “Freud Bey, verdiğiniz yazıyı okudum. Şahaneydi. Olayları daha net görmemi sağladı. Çok teşekkürler.”

    “Rica ederim,” dedi. “Tedavinin ilk aşamasını geçtiniz; tebrikler.”

    “Ama kafama takılan bir konu var,'' dedim. “Yazının sonunda kişiyi intihara teşvik ediyorsunuz. Ya intihar etseydim? N'olurdu?”

    Cevap gelmedi. “Alo,” dedim. “Orada mısınız?”

    “Buradayım,” dedi son nefesini verir gibi. Ve sonra devam etti.

    “Dinleyin beni Fahrettin Bey; büyük bir yanlışlık olmuş. Size yanlışlıkla eski yöneticimiz Don Kişot'un makalesini vermişiz. Yarın tekrar gelin, halledelim şu işi.”

    Kağıda tekrar baktım. Sağ alt köşede Don Kişot yazıyordu.

    “iyi ama,” dedim. “Ben bundan memnunum. Yani böylesi daha doğru. Don Kişot'a nasıl ulaşırım acaba?”

    “Ona ulaşamazsınız,” deyip telefonu suratıma kapattı. Öfkeden çılgına döndüm. Tekrar aradım, meşgule verdi. Daha sonra ki denemelerim de başarısızlıkla sonuçlandı. Şimdi ben ne yapacağım? Kafamda cevaplanması gereken sorular var. Bana yardım edebilecek tek kişi ortalıkta yok. Onu, yani Don Kişot'u bulmam lazım. Komutansız savaşa gidilmez.
    ···
  8. 58.
    0
    80'li yıllardan kalma bir kapı zili vardı. Bunu zile bastıktan sonra anladım. Kapı açıldı. Genç bir bayan çıktı. “Siz Fahrettin Bey olmalısınız,” dedi. “Evet, öyle olmalıyım,” dedim. Kadının yüzünde zorlama bir gülümseme belirdi. Çünkü son derece berbat bir espri yapmıştım. Ayıp olmasın diye güldüğü apaçık ortadaydı. Beni içeriye buyur etti. Bir odaya girdim. “Siz dinlenin, Freud Bey birazdan burada olur,” dedi. Freud Bey... Kulağa biraz garip geliyor.

    Odayı incelemeye başladım. Sırtımı yasladığım duvarda sarışın felaket Marilyn Monroe'nun tam boy resmi vardı. Fotoğrafı değil; resmi. Bir kara kalem çalışmasına benziyordu. Çok başarılıydı. Küçük bir kütüphane vardı odanın içinde. Etrafa yayılmış angiblopediler haricinde düzenli görünüyordu her şey. Sonra kapı açıldı. Orta boylu yaşlı bir adam. Top sakalı vardı. 50 yaşında gösteriyordu ve bir bebek kadar zararsız gözüküyordu. Ayağa kalkmamla beraber elini uzattı.

    “Merhaba, ben Sigmund Freud,” dedi. Gözlük taksaymış birebir benzeyecekmiş.

    “Memnun oldum efendim, bende Fahrettin Meriç.”

    Konuşmamız boyunca dernek hakkında en ufak bir kelime etmedik. Havalar nasıldı? Dolar niye düşüyordu? Hayat ateş pahasıydı. Avrupa birliğine girebilecek miydik? Kaç kere aşık olmuştum... Her şeyi anlatmak istemiyorum. Sıradan bir sohbet gibiydi. Oysa çok şaşırmayı bekliyordum. Sanki bir iş görüşmesine gitmişim ve birazdan bana doldurmam için bir form verecekti. Öyle de oldu. Bir dosya uzattı. Bunu eve gidince okuyun dedi. Sakın yolda okumayın diye de tembihledi. Eve gittim. Her zamanki ritüelimi gerçekleştirip kendime bir kahve yaptım. Koltuğa uzandım ve dosyayı kontrol ettim. ilk sayfada kocaman harflerle MANiFESTOMUZ yazıyordu. ikinci sayfaya geçtim ve okumaya başladım:
    ···
  9. 59.
    0
    Neyse ki numarayı kaydetmiştim. Arayıp adresi istedim. Şansım varmış ki yakında bir yerdeymiş. Yürüyerek gidebilirdim. Ama ben koşmayı tercih ettim. Arkamdan zincirini koparmış bir köpek, kaba etimin tadına bakmaya yemin etmiş gibi koşuyordu. Bir apartmana girip saklandım. Oturdum bir sigara daha yaktım. Sonra düşündüm. Olayı dramatize etmek istemiyorum ama; neden sürekli bir koşuşturma içindeyim? Bir yere vardığım da yok üstelik. Hayat bir koşu bandı ve ben olduğum yerde sayıyorum. Üstelik polis tarafından elleri arkasından kelepçelenmiş bir zanlı gibiyim. Bu dünyanın üçüncü sınıf yolcusuyum. Olmak istemediğiniz her şeyim.

    Sigaramı merdivenin üzerinde söndürüp çıktım. Seri adımlarla yürümeye başladım. Çok değil iki dakika sonra eski bir araba yanımdan hızla geçerken yoldaki bütün çamuru üzerime fırlattı.
    Sinirlenmedim. Aracın sahibi az bir şey ilerledikten sonra bir köşede durdu. Kapıyı zorlayarak araçtan indi. Yanıma gelip “özür dilerim, istemeyerek oldu,'' dedi. “Sorun değil,” dedim. “insanlık hali.”
    Mahcup olduğundan mı, yoksa iyilik yapmak istediğinden mi bilmiyorum ama, beni gideceğim yere kadar zütürmek istedi. Kabul ettim. Çok az bir yolum kalmıştı ama ellerim üşümüştü. Biraz ısınmak iyi olur diye düşündüm.

    Derneğin önünde bıraktı beni. Teşekkür ettim. Sonra binaya baktım. Eski püskü bir bina. Duvarları dökük. Ağlamaktan makyajı akmış bir kadın gibi duruyor. içeriye girdim. 2 kat yukarıya çıktıktan sonra yukarıyı gösteren bir ok işareti gördüm. Bir kat daha yukarıya çıktım. Karşıma bir tabela çıktı: “KARANLIĞA KOŞANLAR DERNEĞiNE HOŞ GELMEDiNiZ; AMA HOŞ ÇIKACAKSINIZ !”
    ···
  10. 60.
    0
    Hayal kurmayı bırakıp mutfağa geçtim. Dolaptan bayatlamak üzere olan kaymaklı bisküviyi çıkardım. Dişlerimle ortadan ikiye ayırıp kremasını yaladım. Evet, hala içimde bir çocuk var. Hala bazı şeyleri yaşatmaya çalışıyorum. Birazdan da çaya bandırıp yemeyi deneyeceğim. Tek özgürlüğüm bu çünkü. Dilediğimi yapabildiğim tek yer burası. Koltuğum, odam, koridor, mutfak, yatak odası, banyo, tuvalet... Hepsi benim rahat etmem için çalışıyor. Onlar, toplumla beni ayıran kutsal duvar.

    Fiyaskolarla dolu ömrümün yarısını bu şekilde geçirdim. Her şeyden ve herkesten uzak kalarak. Kendi kabuğuna çekilmiş kaplumbağalar gibi yaşayarak. Kimseden bir şey beklemeyerek. Bir çok şeyi erteleyerek... Ama artık sona yaklaştığımı hissediyorum. Ölmeden önce yaşamak istiyorum. Bu yüzden hayatımı değiştirecek radikal kararlar vermenin vakti geldi gibi. Dışarıda insanlar beni bekliyor. Işıklı meydanlar adımı sayıklıyor. Bunu duyabiliyorum.

    Dışarıya biraz temiz hava almak için çıkacağım. Çünkü kafam Çin nüfusu kadar kalabalık. Aklımda gerekli gereksiz sorular var: Çin niye bu kadar kalabalık? Alın yazım karşıma daha ne gibi sürprizlerle çıkacak? Veden önce niye virgül konulmaz? Her şey kuralına göre mi yapılmalıdır? Yazarlar niye insanları ikiye ayırır?
    Bu onları katil yapar mı? Bunları düşünmek için yalnız mı olmak gerekiyor...

    Bütün bu soruların cevaplarını bulmaya kafa yormak istemiyorum. Çünkü haddinden fazla yorgunum. Kendimi direk dışarıya atmak en iyisiydi. Pencereyi açıp havanın nabzını yokladım. Alabildiğine soğuktu. Paltomu, kaşkolumu ve beremi giydim. Botlarımın bağcıklarını zor da olsa bağladım. Merdivenlerden indim ve apartman kapısını araladım. ilk adımımı attım. Aynı yürümeyi öğrenen bir bebeğin adımları gibi. Az bir şey ilerledim ve yere kapaklandım. Asfalt buz tutmuştu. Bir an için çok geç olmadan eve dönmeliyim diye düşündüm. Ama hayır, vazgeçmek yoktu. Hem nasıl olsa düşmeye alışıktım; her şekilde.

    Düştüğüm yerden yavaşça doğrulup ayağa kalktım ve az önce düşen kişi ben değilmişim gibi yürümeye başladım. Sokağın sonuna geldiğimde içimden bir his sol tarafa gitmemi söylüyordu sanki. içimdeki sesi kırmadım. Yaklaşık yarım saat kadar yürüdükten sonra bir cenaze arabasına rastladım. Etrafında ağlayan insanlar vardı. Birini kaybetmenin ne demek olduğunu iyi bilirim. Annemi, babamı ve kardeşimi bir trafik kazasında kaybedeli 4 yıl oluyor. Bayram günleri hariç her zaman mezarlığa ziyaretlerine giderim. Bayram günleri hariç diyorum, çünkü kaza bayramın ilk günü olmuştu. Ne büyük trajedi ama! Bir anda her şey bitiveriyor. Elinde fotoğraf albümleriyle kalıyorsun öylece. Fotoğraflar konuşuyor; ama asla senin konuşmana müsaade etmiyor..
    Tümünü Göster
    ···
  11. 61.
    0
    Yeterince yürüdüğümün farkına vardım. Bir taksiye binmek istedim. Ama taksici - müşteri ilişkisi beni her zaman geriyor. Bütün gün direksiyon salladığından dolayı kimseye açılamayan şoförler, hırsını müşteriden çıkarmaya çalışıyor. Haliyle, sıkıcı bir sohbet havası esiyor taksinin içine. Ama bu kadar yolu yürümenin imkanı yok. Riske girip bir taksi çevirdim. Korktuğum başıma gelmedi. Adam dünyevi işlerden elini ayağını çekmiş, artık 'her şey olacağı yere varır' felsefesiyle bezeli bir hayat sürmeyi seçmiş anlaşılan. Yol boyunca çok az konuştuk. Bir Zen Ustası kadar sakin görünüyorduk.
    Arabanın camından kış manzarasını yine büyük bir hayranlıkla izledim.

    Kabataş'a geldim. Ücreti verip taksiden indim. Ama sizce de hikayede bir gariplik yok mu? Dün öğlen saatlerinde yarın buluşmak üzere randevu almıştım ama elimde hiçbir adres yoktu. O kadar heyecanlıydım ki konuşurken, adres istemeyi akıl edememişim. Üstüne birde konuştuğum kişinin Sigmund Freud olduğunu öğrenince iyice afalladım. Bunun bir tür şaka olduğunu düşündüm. Etrafta kamera var mı diye kontrol etmeye başladım. Varsa eğer el sallayacaktım. Belki orta parmak da yapardım.
    ···
  12. 62.
    0
    Cemal Süreyya, adında ki ikinci y harfini kaybedeli 56 yıl oluyor. Takvime bakıyorum. Bugün 6 Şubat 2012. Günlerden Pazartesi. Haftanın ilk iş günü. Bir işim olsaydı bunu dert edebilirdim. Fakat bugün ilk işim derneğe gidip kaydımı yaptırmak olacak. Saat 05:45. Ocağa çay koyuyorum. Niyetim güzel bir kahvaltı yapmak. Ama her zamanki gibi ne zaman kendime bir iyilik yapmayı düşünsem, birileri tarafından ustaca bölünüyor.

    Kapımı çalıp beni rahatsız eden sarı saçlı bir bayan. En fazla 25 yaşında. Orta boylu. Kirpikleri tavana bakıyor. Yüzünde içten bir gülümseme var.

    “Merhaba. Ben üst kata taşındım. Artık komşu sayılırız. Eğer müsaitseniz sizi evime davet etmek isterim,” dedi.

    “Bu saatte mi?” dedim, kırıcı olmamaya çalışarak.

    “Sizi pencereden dışarıya dikkatlice bakarken gördüm de. Uyanıksınız diye şey ettim. Hem canımda sıkılıyordu.”

    “Anlıyorum, çok teşekkür ederim. Ama akşam uğrasam olur mu? Birazdan çıkmam lazım, bir yere yetişmem gerekiyor.”

    “Olur, niye olmasın.”

    “O zaman akşam görüşmek üzere. Adım Fahrettin bu arada.”

    “Biliyorum.”

    “Biliyor musunuz? Nereden?”

    “Kapı zilinde yazıyor.”

    “Doğru ya,” dedim gülerek. “Peki ya sizin isminiz?”

    “Sevda.”

    “Memnun oldum, Sevda.”

    El sıkıştık. Kapı kapandı. Hoş bir kadındı. Ama kadınlar konusunda başarısız olduğumu biliyorsunuz. Utangaç biriyim. O yüzden bunu bir kenara atıp gidip kendime çay koyacağım. Kahvaltı yapacağım ve günüm güzel geçecek. “inanırsan olur,” demiş bir bilgin; oysa “40 kere söylemen lazım,” derdi annem.

    Nihayet pijamalarımı çıkartıp üzerime şık bir şeyler geçirdim. Saat 06:30 ama olsun, ilk defa sabah yürüyüşü yapmış olurdum. Dişlerimi fırçaladım, saçlarımı yıkadım ve kuruttum. Derneğe erkenden gitmek en iyisi sanırım. Çünkü yeterince her şeye geç kalmışlığım var. Bundan sonra değil geç kalmak; işimi gören bir otobüsü bile kaçırmamayı diliyorum. Üzerimdeki ölü toprağı bir an önce atmam lazım. Mezarından yeni çıkan amatör zombiler gibi yaşamak istemiyorum.

    Hava bugün daha güzel. Kısmen kar yağıyor. Yüzünüze çarpıp kulaklarınızı donduran o soğuk rüzgar yok. Kış mevsiminin güzelliğini tadıyorsunuz. Bugün biraz yürümek istiyorum. Sonra taksiye atlar giderim derneğe. Bilmediğim bir sokağa daldım. Bilmediğin yerlerden gidersen, beynin gelişir; öyle demişti bir arkadaş. Köşede seyyar bir salepçi gördüm. Aldım bir tane. Bardağı 1 lira. Gerçi 5 lira'da olsa alırım yine. Bu soğukta sıcak bir salep, sigarayla birlikte mükemmel bir ikili olur. En azından dudaklarınız morarmaz.
    Tümünü Göster
    ···
  13. 63.
    0
    “Önemli değil, yarın görüşmek üzere,” diyerek telefonu kapattım.
    29 yıllık ömrümün en ilginç 4 dakikalık konuşmasıydı. Ve itiraf ediyorum hayatımın en uzun telefon görüşmesiydi. Değişmeyen bir şeyim varsa o da teknolojiye karşı olan tutumumdur. Geriye kalan her şey, seçimlere bir kala yapılan yollar gibi değişti.

    Eve vardım. Sağ salim dönebildiğim için mutluydum. Dışarı da lapa lapa kar yağıyordu. Evin sıcaklığını biraz daha yükselttim. Mutfağa geçip sert bir kahve yaptım. Yanıma da bitter çikolata aldım. Bir yandan keyifle tıkınırken bir yandan da karanlığa koşanlar derneğini düşünüyordum. Acaba yarın neler olacaktı. Freud denen adam beni iyileştirecek miydi. Yarına daha umutlu bakabilecek miydim...

    Bir bakalım. Şimdiye dek hayatımda olağan dışı bir şey olmadı. Karanlıkta ters giydiğim pantolonlar oldu sadece. Teki bulunamayan çoraplarım oldu. Gidemediğim şehirler oldu. Açılamadığım kadınlar ve kapatamadığım yaralar oldu. Yasa dışı işler yapmadım. Sadece kendi yalnızlığımla kavgalı oldum. Ben iyi şeyler hak ediyorum Freud'cum; beni iyileştirmek zorundasın.

    Bütün bunları düşünürken -daha doğrusu kendimle konuşurken- uyuya kalmışım. Uyandığımda saat 05:30'du. Tekrar yatmak gelmedi içimden. Zaten böyle şeyleri kaçırmayacaksın. Uyanmışsın, gün daha yeni ağarmış, bulunduğun sokak derin bir uykuda, belki bir kaç kumru sesi var sessizliği bölen; bakıyorsun sokağa öylece. Her şey geliyor aklına, daha önce düşünmediğin şeyler. Daha sonra yapacağın şeyler. Hüzünle karışık bir huzur geliyor belki. Belki ben abartıyorum. Belki yakında şair olurum. Kim bilir ?
    ···
  14. 64.
    0
    Bu hüzün kokan yerden hemen uzaklaştım. Rahatlamak için çıkmıştım dışarıya ve bunu layıkıyla yerine getirmeliydim. Bir mağazaya girdim. Alışveriş yapan insanlar gördüm. istediğini almıyor diye annesine mızmızlanan küçük ve tatlı çocuklar gördüm. Pahalı gıdalar alan ucuz insanlar gördüm. Daraldım. Bir taksiye atlayıp Kabataş'a gittim. Deniz havası iyi gelir diye düşündüm. Martılara simit fırlattım. Soğuk havada sıcak çayımı yudumlayarak rüzgarla birlikte sigara içtim. Edip Cansever'in Tomris Uyar'a yazdığı şiirler kadar azizdim. Ama hep boynu bükük, hep çaresiz. Her şeye geç kalmanın verdiği acizlik vardı üzerimde. Çoğunlukla yüzeysel biriyimdir, ama bunu ruhumun derinliklerinde hissedebiliyorum.

    “Acı, insanın en büyük ilham kaynağıdır.”

    Nereden geldi bu ses ?

    “Geçmişini her an yanında taşı; ama ona bir çöp gibi davran.”

    Her yerde yankılanıyordu.

    “Yakınmak istemiyorsan, bir ceset kadar soğuk olmalısın.”

    Sesin sahibini göremiyordum.

    “Kendinizi bulmak istiyorsanız, bizi arayın.”

    Vapur sefamı yarıda kesen bu gizemli ses nereden geliyor bilmiyorum ama onu bulmalıyım. Eğer sağır değillerse diğer yolcularda duymuştur. Ama hiçbiri bununla ilgilenmiyor gibi gözüküyordu. Şaşırmak yerine gazetelerini okuyup bayatlamış tostlarını yemeyi tercih ediyorlardı. Vapur iskeleye yanaştı. Kendimi hemen eve atmak istiyordum fakat içime bir merak kök salmıştı. Duyduklarım ilgimi çekmişti ve en azından ne olduğuna bir bakmalıydım. Aklımda sorularla yürümeye devam ettim. Bir caddeye geldim. Karşıdan karşıya geçmek için kırmızı ışığın yanmasını bekliyordum. Kurallara saygı gösteren bir vatandaş olduğumdan değil; kırmızıya olan saygımdan dolayı bekliyordum. En sevdiğim renktir kırmızı. Bana hiç tanımadığım birini hatırlatıyor.

    Önce sarı ışık yandı. Arabalar yavaşladı. Önümde bir araç durdu.
    Kapı bölümünde bir reklam afişi vardı. Birde sloganı: “Kendinizi bulmak istiyorsanız, bizi arayın.”

    Altındaki numarayı seri bir şekilde telefonuma yazıp kaydettim. Bir bank bulup oturdum. Numarayı çevirdim. ilk çalışta açıldı.

    “Alo, kiminle görüşüyorum?” dedim.

    “Siz kiminle görüşmek isterdiniz?” dedi, kendinden emin bir ses tonuyla.

    ''Bilmiyorum.”

    “O zaman size yardımcı olamam, iyi günler.”

    “Durun, durun kapatmayın. Ben kendimi bulmak için aradım.”

    Duraksadı. Telefondan bir öksürük sesi geldi.

    “O zaman doğru yeri aradınız. Size nasıl yardımcı olabilirim?”

    “Bilmiyorum. Ben nereyi aradım?”

    “Karanlığa Koşanlar Derneği.”

    “Ya, öyle mi? ilginç bir isim.”

    Karanlığa Koşanlar Derneği mi ? Bu, karanlık işler peşinde koşan gizli bir örgüt mü yoksa. Bilemiyorum. Ama iyice meraklandım.

    “Tam olarak nasıl bir dernek siniz acaba?”

    “Hayattan ümidini kesmiş insanlara ümit aşılıyoruz.”

    “Derneğe üye olmak için mutsuz mu olmak gerekiyor?”

    “Hayır, aşırı derecede mutsuz olmak gerekiyor. intiharın eşiğine adım atmak gerekiyor. Arada mutlu insanların aradığı da oluyor tabii. Ama 'biz sizi sonra ararız' deyip kapatıyoruz.”

    Daha önce de dediğim gibi; yorgunum! Her şeyi sorgulamak, her işin arkasında bir bit yeniği aramak çok bitkin düşürüyor insanı. Hiç bir şeyi olduğu gibi kabullenemiyorum. Çünkü gerçeğin ana fikri çoğunlukla acıdır. Fakat bu dernek beni içinde bulunduğum karanlık kuyudan çıkartıp güneşin önüne serebilir.

    “Aradığınız bütün özellikler bende var. O yüzden derneğe katılmak istiyorum. Adım Fahrettin Meriç.”

    “Memnun oldum efendim, bende Sigmund Freud.”

    “Sigmund Freud mu? Ben sizi öldü biliyorum..”

    “Ha ha ha! Bu kullandığım takma bir isim. Dernekte bulunan her yönetici karakterine göre takma bir isim kullanıyor. Ben Freud'u tercih ettim. Mesela önceden Don Kişot adlı bir yöneticimiz vardı. Yel değirmenlerine değilde; toplumun aksayan yönlerine savaş açan birisi. Yani toplumsal takılan bir tipti. Ben daha çok bireyin iç dünyasına yöneliyorum.”

    “Ne güzel. Peki benim durumum ne oldu şimdi?”

    “Yarın müsaitseniz gelin kaydınızı yapalım Fahri Bey.”

    “Fahri değil; Fahrettin!”

    “Çok özür dilerim, bağışlayın beni lütfen.”
    Tümünü Göster
    ···
  15. 65.
    0
    up up up up
    ···
  16. 66.
    0
    up up up up
    ···
  17. 67.
    0
    up up up up
    ···
  18. 68.
    0
    up up up up
    ···
  19. 69.
    0
    up up up up
    ···
  20. 70.
    0
    Evim camii'ye yakın bir yerde. Yine birileri ölmüş olmalı. Minarelerinden selâ sesleri yükseliyor. Küçüklükten kalma bir alışkanlık, saygıdan ayağa kalkıyorum. Ve sonra düşünüyorum. 29 sene önce hayata merhaba dedim. Ama ne zaman elveda diyeceğimi bilmiyorum. Ölüm bir gün benimde elimi sıkacak. Günü geldiğinde minareler selâlarını benim için duyuracak herkese. Ve o zaman ne kadar saygı duysam da kalkma fırsatım olmayacak. Arkamda büyük bir enkaz bırakacağım. Yaşamadan gideceğim bu dünyadan. Cennete gideceğimi umuyorum; cehennemi çok gördüm.

    Bugün 5 Şubat 2012. Günlerden Pazar. Tarihte bugün: Charlie Chaplin'in son sessiz filmi Modern Zamanlar gösterime girdi. Apollo 14 ay yüzeyine indi. Adnan Kahveci öldü. Ben doğdum. Gayet sıradan bir gün ama. Önümde, soy adını henüz telafuz edemediğim bir yazarın kitabı duruyor. Adı Şeker Portakalı. Ama okumuyorum. Çayımdan bir yudum alıyorum. Onun yerine Susanna Tamaro'nun bir türlü bitiremediğim Yüreğinin zütürdüğü Yere Git adlı romanına kaldığım yerden devam ediyorum. “Eğer yaşam bir yolsa,” diyor yazar kitabın sonlarında; “her zaman yokuş yukarı giden bir yoldur..” Galeyana gelip coşuyorum. Çünkü ilk defa bir konuda yalnız olmadığımı hissettim. Güven vericiydi. Ama bu güven hissini sadece kitaplardan almak da dramatik'ti. insanların veremediği hissi kitaplardan sağlamakta trajikomik. Bilmiyorum, bu kitapları da insanlar yazıyor. Belki de onlarla beraber yaşamalıyım. Belki de yeryüzün de beni anlayacak insanlar onlardır. Belki de geçmişe gidip Shakespeare ile konuşmalıyım. Tarihte ilk kez şiirlerinde ağır hakaretler kullanan oymuş; öyle diyorlar. Yeni küfürler icat etmiş. Fakat hiçbir küfür öfkemi dindirecek kadar iyi değil...

    iyi şeyler de oldu tabii. Kısa süreli şeyler. Hayat her zaman yokuş yukarı giden bir yol değildi benim için. Dümdüzdü. Her şeyi görebiliyordunuz. Ve çok şey gördüm. Çoğunluğu görmek istemediğim şeyler oluşturdu. Önceleri apartman zillerine basıp kaçan bir çocuktum. Şimdi büyüdüm herkesten kaçıyorum.
    Daracık odamda büyük bir cüceyim ben! Bazı insanlar böyledir. Kocaman bir bedene sahiptirler fakat onları kimse görmez. Bu insanlar için roman yazabilirim. Adını şimdiden belirledim zaten: ''METROPOL'DE CÜCE OLMAK!Baş karakter ben olurum. Bütün depresif insanları arkamda toplayıp bir ordu oluştururum. Bizim devrimiz başlar. Sokakları işgal ederiz. Her köşe başınaSilent Night'' yazarız...
    Tümünü Göster
    ···