1. 1.
    0
    bilgi edinmek isteyenler için bir bilgilendirme yazısı hazırladım:
    buyrun okuyun

    1- Evdeki canlıları öldürmeden dışarı atmanın yollarını arayacağız. Her canlının hayatını korumaya gayret göstereceğiz.

    2- Buna rağmen onlara engel olamıyor ve bize zarar veriyorsa onları öldürmak caizdir, haram değildir.

    3- Dışarıda bize zararı olmayan hayvanları öldürmek gibi bir anlayış kesinlikle doğru değildir. En azından mekruhtur.

    Cenab- ı Hak her mahluku üç esas gaye için yaratmıştır. Bunlar:

    1- Allah’ın esmasına ayna olmak ve Allah'ın cemal ve kemalini göstermek.

    2- Şuur sahibi olan insan, melek ve cinlerin tefekkürüne bir vasıta olmak

    3- insanların ihtiyaçlarına cevap vermek ve kendi hayatını devam ettirip kendine layık ibadeti yapmaktır

    Mahlukat ve mevcudatın yaratılış sebeplerinin en ulvisi ve en büyüğü ve en kudsisi: birinci gaye olan Allah’ın cemal, kemal ve büyüklüğünü yine kendi kutsi nazarına arz etmektir. Bu noktada hiçbir insan olmasa veya onu mütalaa edecek herhangi bir şuur sahibi olmasa veya onları yiyecek bir mahluk olmasa da yine yaratılışlarının ana gayesi yerine gelmiş olur.

    Ayrıca mevcudat’ın yaratılışının ikinci sebebi de şuur sahiplerinin mütalaası konusu çok ehemmiyetlidir. Çünkü Allah, kainatta insanlar başta olmak üzere şuur sahiplerinin tefekkürüne ve mevcudata Allah ndıbına bakmaları hususuna ehemmiyet vermektedir. Bu tefekkürün oluşması için mevcudatı kusursuz derecede mükemmel yaratmıştır. Bu noktanında meydana gelmesi, mevcudatın vazifesini yerine getirme anlamındadır.

    Üçüncü gaye ise, iki şıklıdır. Bunlar:

    a- kendine layık bir tarzda Cenab-ı Hakka ibadet ve tesbih vazifesini yerine getirmesidir ki, her yaratılan bu vazifeyi hakkıyla yapmaktadır.

    b- insanların ihtiyaçlarına cevap vermeleridir ki, bu durumda Alah’ın cömert – cud ve seha – ismi okunabilir. Yani ihtiyaçtan fazlasını yaratıp kullarına ikram eden Allah. Her şeyde sadece bir ismi veya sıfatı değil başka isim veya sıfatları da okumak gerekir.

    Sivri sinek ile ilgili ayet ise:

    insanlar Kuran'da doğayı incelemeye ve burada yaratılmış olan "ayetleri" görmeye çağrılırlar. Çünkü evrendeki canlı-cansız tüm varlıklar, "yaratılmış" olduklarını gösteren işaretlerle doludur ve kendilerini "yaratanın" güç, bilgi ve sanatını göstermek için vardırlar. Bu mucizevi işaretleri Allah bize asırlar önce insanlara yol gösterici olarak indirdiği Kuran’da bildirmiştir. insan, aklını kullanarak bu işaretleri görmek ve Allah’ı tanımakla sorumludur.

    Tüm canlılar böyleyken, bir de Allah'ın özel olarak dikkat çektiği bazı canlılar vardır. Sivrisinek, bunlardan biridir. Allah Kuran’da bu konuyu şöyle bildirmiştir:

    “Şüphesiz Allah, bir (dişi) sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, ‘Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?’ derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz.” (Bakara Suresi, 26)

    Ayete göre değersiz ve sıradan bir canlı gibi görülen sivrisinek bile aslında Allah'ın ayetlerini taşıması bakımından dikkat edilmesi, incelenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir hayvandır. işte bu nedenle de Allah "sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez.

    Sivrisineklerle ilgili olarak genelde bilinen, onların kan emici yaratıklar oldukları ve kanla beslendikleridir. Oysa bu pek de doğru bir bilgi değildir. Çünkü sivrisineklerin tamamı değil sadece dişileri kan emer. Ayrıca dişilerin kan emme sebepleri beslenme ihtiyaçları değildir. Hem dişiler hem de erkeklerin besinleri çiçek özleridir. Dişilerin, erkeklerden farklı olarak kan emmelerinin tek nedeni, taşıdıkları yumurtaların olgunlaşmak için kanda bulunan proteinlere ihtiyaç duymalarıdır. Başka bir deyişle dişi sivrisinek sadece türünün devdıbını sağlamak için kan emer. Sivrisinek kan emmeye başlamadan önce, vücudunda salgıladığı özel bir sıvıyı soktuğu canlının damarında açtığı deliğin içine bırakmaktadır. Bu sıvı, kandaki pıhtılaşmayı sağlayan enzimi etkisiz hale getirir. Böylece, pıhtılaşma sorunu olmadan, sivrisinek besinine ulaşabilir. Sivrisineğin soktuğu yerde oluşan kaşıntı ve şişmeye neden olan da işte bu pıhtılaşmayı engelleyici sıvıdır.

    Küçücük bir sivrisineğin sahip olduğu beslenme, üreme, solunum, kan dolaşımı gibi sistemler düşünüldüğünde Allah'ın ayetlerinin sınırsızlığı daha iyi anlaşılmaktadır. Allah’ın ayette dikkat çektiği bu canlıdaki kusursuz tasarım, şuurlu ve bilinçli davranışlar bize sivrisineklerin tesadüfen oluşamayacakları gerçeğini açıkça göstermektedir. Onu böyle üstün ve hayranlık verici bir sisteme sahip kılan ise, bütün canlıları yaratan, göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbi olan Yüce Allah’tır.

    Büyük bir âyetin küçük bir nüktesidir. Şöyle ki:

    Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte, hodgâm insanlar, cüz'î tâcizleri için sinekleri itlâf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istimâl ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü'ye dedim: "Bu küçücük kuşlara ilişme; başka yere ser." O da, kemâl-i ciddiyetle, dedi ki: "Bu ip bize lâzımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun."

    Her ne ise... Bu lâtife münâsebetiyle, seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki:

    Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nisbetinde nüshaları teksir edilir. Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki, Fâtır-ı Hakîm, o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş.

    Evet, Kur'ân-ı Hakîmin "Cenâb-ı Haktan başka, bütün esbab ve ulûhiyetleri ehl-i dalâlet tarafından dâvâ edilen âliheler içtimâ etse, bir sineği halk edemezler. Yani, sineğin hilkati öyle bir mûcize-i Rabbâniyedir ve bir âyet-i tekvîniyedir ki, bütün esbab toplansa, onun mislini yapamazlar, o âyet-i Rabbâniyeye muâraza edemezler, taklidini yapamazlar" (Hac Sûresi, 22:73 ) meâlindeki âyetine ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrud'u mağlûp eden; ve Hazret-i Mûsâ (a.s.) onların tâcizlerine karşı müştekiyâne, "Yâ Rab, bu muacciz mahlûkları ne için bu kadar çoğaltmışsın?" deyince, ilhâmen cevap gelmiş ki: "Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: 'Yâ Rab, bu koca kafalı beşer Seni yalnız bir lisân ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisân ile Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar olurlardı"' diye, Hazret-i Mûsâ'nın (a.s.) şekvâsına bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini müdafaa eden sineğin; hem gayet nezâfetperver, her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen bu tâife, elbette mühim bir vazifesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin nazarı kàsırdır; daha o vazifeyi ihâta edememiş.

    Evet, Cenâb-ı Hak, nasıl ki deniz yüzünü temizlemek ve her günde milyarlarla vefiyat bulunan hayvânât-ı bahriye cenazelerini toplamak ve deniz yüzünü cenazelerle âlûde, müstekreh manzaradan kurtarmak için, sıhhiye memurları nev'inden gayet muntazam âkilüllâhm bir kısım hayvânâtı halk etmiş. Eğer o bahriye sıhhiye memurları gayet muntazam vazifelerini îfâ etmeseydiler, deniz yüzü ayna gibi parlamayacaktı. Belki hazîn ve elîm bir bulanıklık gösterecekti.

    Hem her günde milyarlarla yabanî hayvanlar ve kuşların cenazelerini toplamakla rû-yi zemini o taaffünattan temizlemek ve zîhayatları o elîm, hazîn manzaralardan kurtarmak için, nezafet ve sıhhiye memurları hükmünde olan kartallar misilli, kerâmetkârâne, gizli ve uzak, beş altı saat mesafeden bir sevk-i Rabbânî ile o cenazenin yerini hisseden, giden ve kaldıran âkilüllâhm kuşları ve vahşî hayvanları halk etmiş. Eğer bu berriye sıhhiyeleri gayet mükemmel, intizamperver ve vazifedar olmasa idiler, zemin yüzü ağlanacak bir şekil alacaktı.

    Evet, âkilüllâhm hayvanların helâl rızıkları, vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, cezâ görürler. "Boynuzsuz olan hayvanın kısâsı kıyâmette boynuzludan alınır" diye ifade-i hadîsiye gösteriyor ki: (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2: 235) Gerçi cesetleri fenâ bulur; fakat ervahları bâkî kalan hayvânât mâbeyninde dahi, onlara münâsip bir tarzda, dâr-ı bekàda mücâzat ve mükâfatları vardır. Ona binâen, canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır, denilebilir.
    Hem küçücük hayvanların cenazelerini ve nimetin küçücük parçalarını ve tanelerini toplamak vazifesiyle karıncaları nezâfet memurları olarak, hem nimet-i ilâhiyenin küçücük parçalarını teleften ve çiğnemekten ve hakàretten ve abesiyetten hayvânâtın cenazelerini toplamakla, sıhhiye memurları gibi tavzif olunmuşlar.
    Tümünü Göster
    ···
  2. 2.
    0
    devam:

    Aynen onlardan daha mühim, sinekleri dahi, insanın gözüne görünmeyen, hastalıkların mikroplarını ve madde-i semmiyeyi temizlemekle, sinekler muvazzaftırlar. Değil mikropların nâkıleleri, bilâkis, muzır mikropları mass, yani, emmek ve yemekle o mikropları imhâ, o madde-i semmiyeyi istihâleye uğratırlar, çok sârî hastalıkların önünü alırlar. Hem sıhhiye neferleri, hem tanzifat memurları, hem kimyager olduklarına ve geniş bir hikmete mazhar bulunduklarına delil ise, onların gayet kesretidir. Çünkü kıymettar, menfaattar şeyler teksir edilir.

    Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana âit bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak: Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve lâtif vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezâfet gibi vazife-i insâniyeti ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun.

    Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en lâtifi olan balı sana yedirdikleri gibi, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânda, vahy-i Rabbânîye mazhariyetle serfirâz olduğundan, onları sevmek lâzım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana dâimâ muâvenete dostâne koşan ve her belâsını çeken o hayvânâta düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def için mücâdele olabilir. Meselâ koyunları kurtların tecâvüzünden korumak için onlara mukàbele edilir. Acaba hararet zamanından vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevâdd-ı muzırrayı hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccâmlar olmasınlar mı? Muhtemel...

    Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i ilâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: "Bu mülk senin değil, emânettir." O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. "Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne?" dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: "Bak." Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu.

    Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazan tatlı bir şuruptur. Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır maddelerin ve mikropların ve semlerin menşei olmakla, sinekler küçücük istihâle ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbâniyeden uzak değildir, belki şe'nindendir. Evet, arıdan başka sineklerin bazı tâifeleri var ki, muhtelif ve müteaffin maddeleri yerler, mütemâdiyen pislik yerine katre katre şurup damlatırlar. O semli, müteaffin maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifâlı bir şuruba tebdil ederek, bir istihâle makinesi olduklarını ispat ederler. Bu küçücük fertlerin ne kadar büyük bir milleti, bir tâifesi olduğunu göze gösterirler. "Küçüklüğümüze bakma. Tâifemizin azametine bak, 'Sübhânallah' de" diye lisân-ı hal ile söylerler.
    Tümünü Göster
    ···
  3. 3.
    0
    @3 kardeşim;

    2. Cenâb-ı Hak, şöyle buyurur: "Ey muhafazid, de ki: Bana vahyolunanlar arasında, yiyen kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Yalnız murdar ölmüş hayvan eti veya akmış kan yahut domuz eti ki, bu, şüphesiz pistir; yahut Allah 'dan başkası adına bir fısk olarak boğazlanan hayvan müstesnadır. Ancak kim darda kalırsa, aşırı gitmemek ve zarûret miktarını aşmamak şartıyla yiyebilir." (En'âm, 6/145).

    "O peygamber onlara temiz şeylerin helâl, pis şeyleri de haram kılar. " (A'râf, 7/157) ayet-i kerimesi Hz. Peygamber (s.a.s.)e "pis şeyleri haram kılma" yetkisi vermektedir.

    3. Kara hayvanları Hakkındaki Hükümler: Boğazlanmadan ölmüş (meyte), kan ve domuz eti, Allah'dan başkası adına kesilmiş (yani boğazlandığı zaman Allah'tan başka ilahın adı anılarak kesilmiş), boğularak öldürülmüş, bir hayvan tarafından toslanarak ölmüş, bir darbe yiyerek ölmüş, yüksekten düşüp ölmüş, vahşi hayvan tarafından karnı yarılarak öldürülmüş hayvanların yenmesi haramdır. Ancak bu sonuncusu henüz canlı iken kesilirse yenilmesi helâl olur.

    Kurt, aslan ve kaplan gibi yırtıcı hayvanların yenmesi cumhura göre haramdır, Malikilere göre mekruhtur. Aynı şekilde doğan, şahin, akbaba ve bunlara benzer yırtıcı kuşların yenilmesi de haramdır. Malikîler ise, yarasa müstesna bunların mubah olduğunu söylemişlerdir. Racih olan görüşe göre yarasanın yenilmesi mekruhtur.

    Köpeklerin, ehli eşeklerin ve katırların yenmesi haramdır. Çünkü köpek pis şeylerdendir. Bunun delili ise Peygamber (a.s.m)'in: "Köpek pistir, onun bedeli de pistir." (1) Diğer taraftan Peygamber Efendimiz (asv) Hayber günü ehli eşeklerle katırların etlerini yemeyi yasaklamıştır.(2)


    Malikilerce mutemet olan görüşe göre, ehlî köpek mekruhtur, fakat köpek balığı mubahtır. Akrep, yılan, fare, karınca ve arı gibi yer haşerelerinin yenilmesi de haramdır. Çünkü bunlar hem zehirlidir hem de selim tabiat sahibi kimseler bunlardan tiksinirler.

    At ve eşekten doğan katır ile yabanî eşek ile ehlî eşekten doğan eşek gibi, eti yenen ve yenmeyenin birleşmesinden doğan da haramdır. Çünkü böyle bir hayvan birisi yenen, Ötekisi yenmeyenden halk edilmiştir. Bu sebepten dolayı "haram kılıcı, helâl kılana takdim edilir" (3) kaidesiyle amel etmek üzere haram yönü ağır basar.

    Malikîlere göre: Akrep, osurgan böceği, hamam böceği, çekirge, karınca, kurt, güve gibi yerde yaşayan böceklerin kesim suretiyle yenilmeleri mubahtır. Aynı şekilde boğazından kesildiği takdirde ve zehirinden yana emin olursa yılan yemek de mubahtır. (4)

    Şafiîlerle Hanbelîlere ve imam Ebu Hanife'nin iki arkadaşına göre: Asil olsun olmasın, bütün çeşitleriyle atların yenilmesi helâldir. Çünkü Peygamber (a.s.m) Hayber günü buna izin vermiştir. (5) Ebu Hanife ise at etinin yenilmesinin tenzihen mekruh olduğunu söylemiştir. Çünkü at etinin yenilmesini yasaklayan hadis varit olmuştur. (6) Malikî mezhebinde meşhur olan görüş ise, at etinin haram kılınmasıdır. (7)

    Şafiîlerle Hanbelîler büyük keler ile sırtlan yemeyi mubah kabul etmişlerdir. Şafiîlerde ayrıca tilki de mubahtır. Hanbelîler ise bunu haram kabul etmişlerdir. Hanefîler bütün bunların yenilmesini haram kabul etmişlerdir. Malikîler ise daha önceden de açıkladığımız gibi, bütün vahşi hayvanları kerahetle birlikte mubah görmüşlerdir.

    En'am, yani deve, sığır ve koyunun yenmesi, icma ile caizdir. Çünkü Kur'an-ı Kerim nassı ile bunlar mubah kılınmıştır. Aynı şekilde yırtıcı olmayan güvercin, ördek, deve kuşu, kaz, bıldırcın, toygar kuşu, sığırcık kuşu, bağırtlak, keklik, bülbül ve buna benzer kuşların yenilmesi de caizdir.

    Ceylan, yaban öküzü ve yabani eşek gibi saldırgan olmayan yabani hayvanların yenilmesi de helâldir. Çünkü Peygamber (a.s.m) yenilmelerine izin vermiştir. (8) Tavşan ve çekirgenin yenilmesi mubahtır. Çünkü sünette mubah oldukları sabit olmuştur. Malikilerin dışındakilere göre kurtlar haramdır. Ancak yemek ve meyvede meydana gelen kurtlar ile tahıllardaki kurtlar, sirkedeki kurtlar, bunlarla birlikte ölü olarak -ve kişi bunlardan tiksinmeyecek olursa- yenilmeleri helâl olur. Çünkü bunları yenilecek şeylerden ayırmak gerçekten zordur. (9)

    Mubah ve Haram Kılınanlar Konusunda Malikî Mezhebinin Görüşlerinin Özeti: (10)

    Yapılan açıklamalardan anlaşıldığı gibi, yiyecek ve içeceklerden mubah şeyler konusunda en geniş mezhebin Malikî mezhebi olduğu görülmektedir. Bu bakımdan bu mezhep ile ilgili bu konuda bir özet yapmayı yerinde görüyorum:

    Mubah olanlar: istek hâlinde temiz olan her türlü yiyeceğin yenilmesi veya içilmesi mubahtır. Deniz hayvanı, isterse deniz insanı ve domuzu diye bilinenleri olsun ve isterse deniz hayvanı ölü bulunsun; bütün türleriyle kuşlar, cellâle (11) veya şahin, kartal, akbaba gibi pençeli hayvan dahi olsa hepsi de mubahtır. Ancak yarasa bunlardan müstesnadır, tercih edilen görüşe göre yenilmesi mekruhtur. Cellâle dahi olsa davar (deve, sığır ve koyun) yırtıcı olmayan vahşi geyik, yaban eşeği, cerboğa, köstebek, ada tavşanı, (12) tavşan, kirpi, durbûb, (13) boğazından kesilmesi hâlinde ve zehirinden zarar görmeyeceğinden emin olduğu takdirde yılan (14) mubahtır.

    Aynı şekilde yerde yaşayan osurgan böceği, hamam böceği, cundub (15) karınca, yer kurdu ve yiyecek kurdu gibi böcekler de mubahtır.

    ilk sıkıldığı esnada üzüm suyu, fukkâ', akid (kaynamış ve katılaşmış üzüm suyu) sarhoşluk vermeyeceğinden emin olduğu sübyanın (16) içilmesi mubahtır.

    Haram Olanlar: Katı veya sıvı necis olan her şeyin yenmesi, karada yaşayan domuz, katır at ve eşek; isterse yabani iken sonradan evcilleştirilmiş olsun, haramdır. Tercih edilen görüşe göre çamur, toprak, kemik, ateşte yanmış ekmek de haramdır.

    Mekruh Olanlar: Yırtıcı hayvan, sırtlan, tilki ve kurt, vahşi dahi olsa kedi, fil, pars, ayı, kaplan, firavun faresi (nems) (17) ve mutemet olan görüşe göre evcil köpek mekruhtur. Zahir olan görüşe göre maymun, nesnas (uzun kuyruklu maymun)ın yenmeleri mekruhtur. Meşhur olan görüşe göre necasete ulaşan ev fareleri mekruhtur. Necasete ulaşıp ulaşmadıklarında şüphe edilirse mekruh olmaz. Şayet necasete ulaşmıyorlarsa mubahtır.

    Cellâle (insan veya hayvanların dışkısını yiyen hayvanlar) Eti: Hanefilerin tarif ettiğine göre cellâle, sadece leş ve necaset yemeyi alışkanlık hâline getirmiş, bununla birlikte başka bir şey yemeyen ve kötü kokan hayvandır. Hanefilerin dışındaki mezheplere göre ise cellâle yediklerinin çoğunluğunu necaset teşkil eden hayvandır. Fakihler böyle bir hayvanın etinin yenilmesi konusunda farklı görüşlere sahiptir.

    Malikîler (18) cellâle hayvanının etini mubah görürler. imam Malik mekruh görmüştür. imam Ahmed'den gelen bir rivayete ve Hanefilerle Şafîîlere göre de mekruhtur. (19) Hanbeliler ise haram kabul etmişlerdir. (20)

    Bu konudaki ihtilâflarının sebebi, kıyasın bu konuda varit olmuş olan haberler ile çelişkili olmasıdır. Sözü geçen haber ibni Ömer'in rivayet ettiği: "Peygamber (a.s.m) cellâlenin etinin yenilmesini ve sütünün içilmesini yasaklamıştır." (21) şeklindeki hadistir. El-Hallal, isnadını da belirterek Abdullah b. Amr'dan Resullullah (a.s)'ın, cellâle devenin etinin yenilmesini yasakladığını ve ona ancak tabaklanmış derilerin yüklenmesini, kırk gün süre ile ona ayrıca alaf verilmedikçe insanların sırtına binmesini nehyettiğini rivayet etmiştir.

    Bu haberler ile çelişen kıyasa gelince: Hayvanın karnına giren şey ete dönüşür. Cellâlenin helâl olduğunu söyleyen Malikîler bu gıdanın değişip ete dönüşmesini, tıpkı kanın ete dönüşmesi gibi değerlendirmişlerdir.

    Hanbelîler ise haram olmasını gerektiren yasaklamanın zahirini esas almışlardır. Çünkü böyle bir hayvanın eti necasetten oluşmaktadır. Dolayısıyla necasetin külü gibi bu da necis olur. Hanefilerle Şafiîler ise bu hadisi tenzihî kerahete hamletmişlerdir. Malikîler dışındaki diğer mezheplerin bu husustaki ibareleri şöyledir:

    Hanefilere göre: Cellâlenin eti de sütü de mekruhtur. Tıpkı dişi eşeğin etinin, sütünün ve at eti ile deve sidiğinin mekruh olması gibi. Ancak Ebu Yusuf tedavi maksadı ile onu (yani deve sidiği ile at etini) caiz görmüştür. Cellâle, etinin pis kokusu gidinceye kadar hapsedilir. Bu da tavuk için üç gün, koyun için dört, deve ve sığır için de on gün olarak -azhar olan görüşe göre- takdir edilmiştir. Şayet cellâle, necaset ile birlikte başka şeyler de yer ve eti pis kokmazsa yenilmesi helâl olur. Nitekim domuz sütü ile beslenen oğlağın yenilmesi de helâldir. Çünkü eti değişmez. Almış olduğu gıdayı tüketir ve etkisi kalmaz. Buna göre böyle bir tavuğun etini yemekte mahzur yoktur. Çünkü necaset île birlikte başkalarını da yemekte ve eti değişmemektedir. (22)

    Şafiîlere göre: Cellâlenin yenilmesi mekruhtur. Cellâle, yediklerinin çoğunluğunu dışkının teşkil ettiği deve, koyun, inek, horoz veya tavuk gibi hayvanlardır. Çünkü az önce gördüğümüz ibni Ömer'in rivayeti bunu anlatmaktadır. Ancak bu gibi hayvanların etini yemek haram değildir. Çünkü bunlarda olan sadece etinin değişmesidir, daha fazlası değildir. Bu durum ise haram kılınmalarını gerektirmez. Eğer cellâleye tâhir bir yiyecek yedirilirse mekruh da olmaz. Çünkü ibni Ömer "Cellâleye temiz alaf verilir. Eğer deve ise kırk gün, koyun ise yedi gün, tavuk ise üç gün süreyle buna devam edilir." demiştir.
    Tümünü Göster
    ···
  4. 4.
    0
    @4 ten devam:

    Nas Olmayan Hususlarda Arap Adetini Hakem Kabul Etmek:

    Şafiîlerle Hanbelîlere göre: (23) Kitap, sünnet ve icmada hass veya âmm olsun, haram ve helâl ile ilgili her hangi bir nas bulunmayan ve yine hakkında öldürülmesi ya da öldürülmemesine dair nas varit olmayan, Arapların çoğunluğunun selim tabiat sahipleri ve servet ve varlık sahibi olan kimseler -Şafiîlere göre hâllerinde şehir veya köy halkı sakinleri Hanbelîlere göre ise Hicaz halkı veya büyük şehir sakinlerinin çoğunluğu- tarafından tiksinmeden yenilebilen, hayvanın etinin yenilmesi helâldir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Hoş ve temiz olan şeyleri onlara helâl kılıyor; pis ve murdar şeyleri de onlara haram kılıyor." (A'râf, 7/157). Bunun diğer bir sebebi ise Allah'ın Kitabının üzerlerine indiği, ona ve sünnete muhatap olan kimseler Araplardır. Dolayısıyla Kitap ve sünnetin mutlak lafızlarında başkalarının değil, sadece onların örfüne başvurulur.

    Buna göre bu konuda kaide şudur: Yenilmesi haram kılman hayvanlar, yüce Allah'ın Kitab'ında nas ile bildirdikleridir. Arapların hoş ve temiz diye adlandırdıklarıysa helâldir. Arapların pis ve murdar diye nitelendirdiği ise haramdır.

    Bu konuda çölde yaşayan katı tabiatlı, fakirlik ve zaruret içerisinde yaşayan kimselerin sözlerine itibar edilmez. Çünkü bu gibi kimseler zaruret ve açlık çeken kimseler olduklarından bulduklarını yiyebilirler.

    Hanbelilere göre Hicaz halkının yanında bulunmayan hayvanlar, Hicaz bölgesinde ona en çok benzeyen hayvanın durumuna göre değerlendirilir. Şayet bu hayvana benzeyen her hangi bir hayvan yoksa o mubahtır. Çünkü şanı yüce Allah'ın şu buyruğunun genel ifadesi içine girer: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde ölmüş hayvan etinden.. başka haram kılınmış bir şey bulmuyorum." (En'âm, 6/145). Diğer taraftan Hz. Peygamber (a.s.m): "Allah'ın susup hakkında bir şey söylemediği ise bağışladığı, affettiği şeydir." (24) diye buyurmuştur.

    Şafiîler şöyle demektedir: Eğer hayvanın adı bilinmemekte ise, Araplara onun hakkında sorulur ve onların verdikleri isme göre helâl veya haram ise, ona göre amel edilir. Çünkü bu konuda başvurulacak kaynak, hayvanın ismidir ve bu dili bilen kimseler de onlardır. Eğer onların bu hayvana verdikleri bir isim yoksa, tanıdıkları hayvanlar arasında şekil, tabiat veya etinin tadı itibarıyla ona en çok benzeyen hayvanın hükmüne tabi kabul edilir. Eğer iki benzeme yönü birbirine eşit olursa veya benzer bir taran yoksa esah olan görüşe göre helâl olur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki; Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde ölmüş hayvan etinden... başka haram kılınmış bir şey bulmuyorum." (En'âm, 145).

    Dipnotlar:
    1. Bu hadisi imam Ahmed, Müslim, Ebu Dâvud ve sahih olduğunu belirterek Tirmizî ve Neseî, Râfi1 b. Hadîc'den şu şekilde rivayet etmiştir: "Köpeğin kıymeti pistir." Neylü'l-Evtâr, V, 143,284.
    2. Bu hadisi Hakim el-Müstedrek’te, Câbir b. Abdullah'tan rivayet etmiş ve Müslim'in şartına göre sahih bir hadis olmakla birlikte Buharî de Müslim de rivayet etmemişlerdir, demiştir. Nasbu'r-Râye, IV, 197.
    3. el-Mühezzeb, I, 249; Muğni'l-Muhtâc, IV, 303; Keşşâfu'l-Kınâ; VI, 190.
    4. eş-Şerhu'l-Kebîr, E, 115. Arapçada bu gibi haşerata (haşaş) adı verilmektedir. Yerin altına girip aynı şekilde mutlaka bir başka yerden çıkması ve çıktıktan sonra hemen oraya geri dönmeleri sebebiyle bu adı alırlar.
    5. Bu hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmişlerdir. Nasbu'r-Râye, IV, 198.
    6. Ebu Dâvud, Neseî ve ibni Mace, Hâlid b. el-Velid'den rivayet etmişlerdir. Nasbu'r-Râye, IV, 196.
    7. Bidâyetü'l-Müctehid, 1,455; eş-Şerhu'l-Kebîr, H, 117.
    8. Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.
    9. Muğni'l-Muhtâc, IV, 268, 303; el-Muğnî, VIII, 605.
    10. ed-Desûkî ile birlikte ed-Derdîr, eş-Şerhu'l-Kebîr, II, 115.
    11. Cellâle: Necaset kullanan demektir. Sözlük manası itibarıyla "necaset yiyen inek" demektir. Fakihler aynı şekilde necaset yiyen her türlü hayvan hakkında kullanırlar.
    12. Cerboğa: Gelincik kadar bir hayvan olup arka ayaklan Ön ayaklarından daha uzundur. Köstebek:
    Pisliğe ulaşamayan kör faredir. Ada tavşanı: Tavşana benzeyen cerboğadan biraz daha büyük, bitki ve baklagiller yiyen, kediden küçük, kirli beyaz bir hayvandır.
    13. Kirpi: Fareden büyük olup başı, kamı, ön ve arka ayakları dışında her tarafı dikenli bir hayvandır.
    Durbûb: Dikenleriyle kirpiyi benzer. Ancak şekil itibarıyla koyuna daha yakındır. Hanbeliler cerboğa, ada tavşanı ve sırtlanın yenilmesini mubah kabul etmişlerdir. el-Muğnî, VTTi,592; Keşşâfu'l-Kınâ', VI, 191. Şafiîler de hayvan kesimi ile ilgili bölümde açıklayacağımız gibi sırtlan, büyük keler, tilki, cerboğa ve fenek (derisi kürk olarak kullanılan bir tilki çeşidi) ve (kediye benzer) samurun yenilmesini mubah kabul etmişlerdir. Araplar arasında bu son iki hayvana Türk Ülkesi Tilkileri denilir. Aynı şekilde (farelere düşmanlık eden fare yuvalarına girip onları çıkartan bir hayvan olan) gelincik yemeyi ve turnagillerden beyaz bir kuş olup büyükçe bir kursağı bulunan Mısır'da çokça görülen ve derisinden kürk de yapılan Pelikan kuşunun, yine aynı şekilde derisinden kürk yapılan kâkim (gelinciğe benzeyen bir çeşit hayvan)'in etlerini de mubah örmüşlerdir. Çünkü bunlar tayyibât (temiz ve helâl olan şeyler)dendir. Muğni'l-Muhtâc, IV, 299.
    14. Yiyen kişi zehirlenmekten emin ise yiyebilir. Zehiri kendisi için her hangi bir hastalık sebebiyle
    faydalı olan kimsenin zehiriyle dahi yemesi caizdir.
    15. Hamam böceği: Kokusu kötü, evlerdeki pis yerlerde bulunan değişik renkli, yan taraftan bir çok
    ayaklan bulunan bir hayvandır. Cundub: Çekirgenin bir türüdür.
    16. Fukkâ' (şerbet): Aslında buğday ve hurmadan yapılan bir içecektir. Subya: Ona eklenen çekirdek ve benzeri şeyler dolayısıyla nisbeten ekşi bir içecektir. Akid (kaynamış ve katılaşmış şerbet): Katılaşıncaya ve sarhoşluk verici özelliği kayboluncaya kadar ateş üzerinde kaynatılan üzüm suyudur. Arapçada ona aynı şekilde (er-rübbü's-samit) adı da verilir.
    17. Bu hayvanlara -kedi müstesna- Arapçada: "el-vuhuşu'l-müfterise=yırtıcı hayvanlar" adı verilir.
    18. eş-Şerhu'l-Kebir, D, 115; Bidâyetü'l-Müctehid, L 451.
    19. Tebyinü'l-Hakâik, 1,10; el-Bedâyi V, 39 vd.; el-Mühezzeb, I, 250; Muğni'l-Muhtâc, IV, 304; ed Diirrü'l-Muhtâr, V, 339.
    20. Kessâfu'i-Kınâ', VI, 192; el-Muğnî, VIII, 593.
    21. Bu hadisi imam Ahmed, Ebu Dâvud ve Tirmizî rivayet etmiş olup Tirmizî; "hasen-garib bir hadistir" demiştir. Ebu Davud'un bir rivayetinde: "Cellâlenin sırtına binmek yasaklandı." denilmekteyken bir diğerinde: "Develerden cellâle olanın sırtına binilmesi yasaklandı." denilmektedir, imam Ahmed, Neseî ve Ebu Dâvud, Amr Ibni Şuayb'dan, o babasından o da dedesinden rivayet ettiğine göre: "Peygamber (a.s) evcil hayvanların etinin yenilmesini, cellâlenin sırtına binilmesini ve etinin de yenilmesini yasakladı."
    22. Rivayete göre Peygamber (a.s) tavuk eti yermiş. Buna göre, (cellâle) tavuğun üç gün süreyle hapsedileceği ve ondan sonra boğazlanacağına dair rivayet onun pisliğinden sakınmak maksadıyladır, şart olduğundan değildir. Tebyînü'l-Hakâik, a.y.
    23. Muğni'l-Muhtâc, IV, 303 vd.; el-Mühezzeb, I,249; el-Muğnî, VIII, 585.
    24. Bu hadisi Tirmizî ve ibni Mace, Selman el-Farisîden rivayet etmişlerdir. Neylü'l-Evtâr, VIII, 106. 2-Nazariyyetü'z-Zarureti'ş-Şer’iyye adlı eserimize bakınız.
    (Vehbe Zuhayli, islam Fıkhı Ans. C.4, sh. 321-326)
    Tümünü Göster
    ···
  5. 5.
    0
    @3 değerli panpamız, tatmin oldunuz mu?
    ···
  6. 6.
    0
    @7 panpamız; küfür ve kötü söz dinimizce çok sakıncalı bir davranıştır.

    Güzel söz; gönül alan, onur kırmayan, hak ve doğruyu gösteren bütün sözlerdir. Fertler arasında sevginin, hak ve doğrunun üstün tutulması; nefret ve düşmanlığın giderilmesi, hakka uygun sözlerle mümkün olmaktadır.

    Allah, bir toplumun, diğerini ayıplamamasını, kusurlarını araştırmamasını, aleyhinde iftira ve gıybette bulunmamasını emretmektedir.(Hucurât, 49/11, 12) Bu konuda Hz. Peygamber (asv)'den şu hadisler nakledilmektedir:

    "Mümin dil uzatıcı değildir, lânet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü söz söyleyen değildir." (Tirmizî, Kadir, 1978).

    ibn Abbas'tan rivayet edildiğine göre;

    Resulullah zamanında iki adam arasında karşılıklı sövme oldu: Bunlardan biri sövdü, diğeri sustu. Peygamber (s.a.s.) de oturuyordu. Sonra diğeri aynı sözü geri çevirdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) kalktı ve meclisten dışarıya çıktı. Hz. Peygamber (asv)'e "Niçin kalktın?" diye sorulunca,

    "Melekler kalktı, ben de onlarla beraber kalktım. Bu sövülen, sükût ettiği müddet, melekler buna sövene, sözü geri çeviriyorlardı. Ne zaman ki bu adam, sövenin sözünü geri çevirdi, melekler kalktı, gitti." buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, II, 572);

    "Sövülen iki kimsenin söyledikleri sözün günâhı; sövülen hududu aşmadıkça, ilk söze başlayan üzerinedir." (Müslim Birr, 68);

    "Müslümana sövmek fâsıklıktır." (Nesâî; Tahrimu'd-Dem, 27);

    "Size, kötü olanlarınızı haber vereyim mi; koğuculukla dolaşıp insanlar arasını bozan ve temiz kimselere ayıp isnad edenlerdir." (ihyâ, Cüz, III, 135).

    Hz. Ali, "Çirkin laf edenle onu yayan, günâh işlemekte eşittir." (Beyhakî, Şuabu'l-iman);

    ibn Abbas da, Hucurât suresinin 11. ayetini izah ederken "Bir kısmınız bir kısmınıza dil uzatmasın. Muhakkak Allah, çirkin söz kaçıranı, kasden çirkin söz söylemeye yelteneni sevmez." demiştir (Edebü'l-Müfred, I, 344).

    Peygamber Efendimiz (asv) bir hadisi şeriflerinde, dilin insana getirdiği kötülük ve belâlara değinerek şöyle demiştir:

    "insanlar diliyle söylediklerinden başka bir şey yüzünden yüz üstü ateşe atılırlar mı?" (Tirmizi).

    Yine Tirmizi'de geçen bir başka hadiste de "Mümin ayıplamaz, lânet etmez, kötü söz söylemez." buyuruluyor.

    imam Nevevi de bu konuda şöyle der: "Her mükellefin -faydalı sözlerden başka- dilini her sözden koruması lâzımdır. Faydadan uzak bir söz uzadığında, sünnet olan, onu kesmektir. Çünkü mübah olan bir söz kısa zamanda harama veya mekruha çekilebilir."

    Hz. Peygamber (asv) çeşitli hadislerinde iflâsın ne olduğunu ve uygulama şartlarını göstermiştir. Bir gün çevresindeki sahabelere; "Müflis kimdir?" diye sormuş, ashâb-ı kiram; "Bize göre müflis, kendisine ait hiçbir dirhemi (nakit parası) ve malı kalmayan kimsedir." cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asv) şöyle buyurmuştur:

    "Ümmetimden gerçek müflis şudur: Kıyamet gününde namazını, orucunu ve zekâtını getirir. Bu arada başkasına sövmesi, zina iftirasında bulunması, kan dökmesi ve başkasını dövmesi ile ilgili kötü amelleri gelir. Bunlara karşılık iyi amelleri (hasenâtı) verilir ve borçları (kul hakları) bitmeden iyi amelleri tükenir. Alacaklıların hataları kendisine yükletilir ve ateşe atılır." (Müslim, Birr, 60; Ahmed b. Hanbel, II, 303, IV, 372).

    Âlemde en üstün vasıflarla yaratılan varlık; insandır. Sahip olduğu bu üstün meziyetler, insana diğer varlıklara verilmeyen yükümlülükleri de yüklemiştir. Akıl, anlama kabiliyeti, işitme, görme, konuşma gibi üstün meziyetlerden insan "hesaba çekilecektir. "... kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur" (el-isrâ, 17/35). Her eşyanın var oluşunun bir maksat ve gayesi olduğu gibi insan ve onun uzuvlarının da yaratılışlarının birtakım gayeleri vardır. Eşya, ancak gayesine göre kullanıldığı takdirde gerçek değerini bulur.

    Konuşma kabiliyeti insanlar için verilmiş değerlerin en önemlilerinden biridir. Bu kabiliyet ile insan, hemcinsleriyle anlaşma imkanına sahip olur. Toplum hâlinde yaşamak mecburiyetinde olan insan, her gün defalarca bu kabiliyetini kullanarak etrafında dost veya düşman halkaları meydana getirir.

    Hayatımızı ilâhî ölçülere göre sürdürmemizi emreden Yüce Allah, çevremizde dost kazanmamızın sırrını açıklarken şöyle buyurur: "(insanlar) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "ben müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? iyilikle kötülük bir olmaz. (Sen, kötülüğü) en güzel olan şeyle sav; o zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir"(el-Fussilet, 41/33,'34).

    insanlara karşı iyi muamele ve güzel söz söyleme islâm'ın prensiplerindendir. Firavun'u hak din'e davet için giden Hz. Musa ve Harun (a.s.)'a Allah; "O'na yumuşak şöyle, konuşun... " (Tâhâ, 20/44) emrini vererek kâfire yapılan tebliğin yumuşak ve güzel söz ile yapılması gereğini ifade etmiştir. Sözlerin en güzeli, insanları hakk'a, doğruya, olgunluğa, insanca yaşamaya sevkeden Allah'ın kelâmıdır: "Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer, ikişerli bir kitap halinde indirdi... " (ez-Zümrüt, 39/23). Sözlerin en güzeli olan Allah kelâmını ümmetine tebliğ eden Hz. peygamber (s.a.s.) de birçok hadislerinde, insanlara karşı güzel söz söylemeyi emir ve tavsiye etmiş; bizzat kendisi de hayatı boyunca kaba sözden sakınmış; şahsına hakaret eden insanlara bile; "Allah'ım; onlara hidayet et, çünkü onlar gerçeği bilmiyorlar" diyerek duada bulunmuş ve rıfk ile muamele etmiştir. O'nun bu yüksek ahlâkı, gün gelmiş, düşmanlarının bile sevgi ile etrafında imanla toplanmalarına vesile olmuştu. Yahudilerden bir grup Hz. Peygamber'e (s.a.s.) gelip, güya selâm veriyormuş edasıyla "Essâmu Aleyküm=Ölüm üzerinize olsun" deyince, yanında bulunan Hz. Âişe dayanamayarak, "ölüm sizin üzerinize olsun, Allah size lânet etsin, Allah size gazap etsin" diye cevap verince Hz. Peygamber (s.a.s.), "Yavaş ol Âişe! Yumuşak hareket et; sert hareketten ve çirkin sözden sakın " buyurmuştur. Câbir ibn Abdullah, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Kötü söz ve harekette bulunanla kendini kötü söz ve hareketlere zorlayanı ve çarşılarda bağırıp çağıranı Allah sevmez" buyurduğunu rivayet eder. Müslüman, elinden ve dilinden zarar görülmeyen insandır; başkalarına dil uzatmak, lânet etmek, kötü iş yapmak ve kötü söz söylemek, müslümana yakışmayan hallerdir. Müminin en düşük ahlâklısı, kötü sözlü olanıdır. islâm, değil müslümana, kâfirlere bile lânet edilmemesi gerektiğini Peygamber (s.a.s.), diliyle yasaklamıştır: "Allah'ın lâneti ile, Allah'ın gazabı ile ve ateş ile lânetleşmeyiniz" (Ebû Dâvûd, Edeb) Ebu Hureyre'nin rivâyetine göre; Peygamber (s.a.s.)'den müşriklerin aleyhine Allah'tan dua etmesini isteyen birine Hz. Peygamber (s.a.s.). "Ben, lânet edici olarak gönderilmedim; ancak rahmet olarak gönderildim" buyurmuştur" (Müslim, Birr, 87) Gerçekte Resulullah, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir (Enbiyâ, 21/107).

    Güzel söz; gönül alan, onur kırmayan, hak ve doğruyu gösteren bütün sözlerdir. Fertler arasında sevginin, hak ve doğrunun üstün tutulması; nefret ve düşmanlığın giderilmesi, hakka uygun sözlerle mümkün olmaktadır. Allah, bir toplumun, diğerini ayıplamamasını, kusurlarını araştırmamasını, aleyhinde iftira ve gıybette bulunmamasını emretmektedir (el-Hucurât, 49/11, 12) Bu konuda Hz. Peygamber'den şu hadisler nakledilmektedir:

    "Mümin dil uzatıcı değildir, lânet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü söz söyleyen değildir" (Tirmizî, Kadir, 1978).

    ibn Abbas'tan rivayet edildiğine göre; Resulullah zamanında iki adam arasında karşılıklı sövme oldu: Bunlardan biri sövdü, diğeri sustu. Peygamber (s.a.s.) de oturuyordu. Sonra diğeri aynı sözü geri çevirdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) kalktı ve meclisten dışarıya çıktı. Hz. Peygamber'e "niçin kalktın" diye sorulunca, "Melekler kalktı, ben de onlarla beraber kalktım. Bu sövülen, sükût ettiği müddet, melekler buna sövene, sözü geri çeviriyorlardı. Ne zaman ki, bu adam, sövenin sözünü geri çevirdi, melekler kalktı, gitti" buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Edeb, II, 572); "Sövülen iki kimsenin söyledikleri sözün günâhı; sövülen hududu aşmadıkça, ilk söze başlayan üzerinedir" (Müslim Birr, 68); "Müslümana sövmek fâsıklıktır" (Nesâî; Tahrimu'd-Dem, 27); "Size, kötü olanlarınızı haber vereyim mi; koğuculukla dolaşıp insanlar arasını bozan ve temiz kimselere ayıp isnad edenlerdir" (ihyâ, Cüz, III, 135). Hz. Ali, "Çirkin laf edenle onu yayan, günâh işlemekte eşittir" (Beyhakî, Şuabu'l-iman); ibn Abbas da, Hucurât suresinin 11. ayetini izah ederken "Bir kısmınız bir kısmınıza dil uzatmasın. Muhakkak Allah, çirkin söz kaçıranı, kasden çirkin söz söylemeye yelteneni sevmez" demiştir (Edebü'l-Müfred, I, 344).
    Tümünü Göster
    ···
  7. 7.
    0
    @8 den devam:

    Yüce Allah sözün en güzelinin,

    "Tevhid = Allah'ı birleme" kelimesi olduğunu ifade etmiştir (ibrahim, 14/25; 5-10). Müslümanın her türlü kötü söz ve hareketlerden kaçınması gerektiği gibi, dilini Allah'ı zikir ile ve insanları Allah'a davet ile meşgul etmelidir. Güzel sözlerle insanları Hakka çağıran ve kötülüklerden alıkoymaya gayret edeni medh eden Yüce Allah, "içinizden hayra çağıran, iyiliği buyurup, kötülükten men eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Âl-i imran, 3/104) buyurmuştur.

    Hz. Peygamber (s.a.s.) bütün hayatı boyunca fıtratı ve Allah'ın emri gereği (Hicr,15/88) müminlere karşı şefkat ve merhametle muamele etmiş; huysuzluk, kati yüreklilik ve kaba konuşmaktan sakınmıştır (Âl-i-imrân, 3/109). Allah'a ve ahiret gününe iman eden ümmetine de, ya hayır söylemesini, ya da susmasını tenbih etmiştir (Riyâzü's-Sâlihîn, II, 120). Bir kimsenin, diğer bir kimseye "fâsık" veya "kâfir" diye söz atmasını da yasaklayan Hz. Peygamber (s.a.s.), "O, kimsede bu haller mevcud değilse, bu gibi sözler onu söyleyene döner" (Riyazü's-Sâlihîn, III, 146) demiştir. Bir adam şarap içmiş, bunun üzerine de islâmî ceza ile cezalandırılmıştı. Hazır bulunanlardan bazıları suçluya "Allah seni kahretsin, rezil etsin" demişlerdi. Söylenen sözleri hoş görmeyen Hz. Peygamber;

    "Hayır, öyle söylemeyiniz, bu adamın aleyhine şeytana yardım etmeyiniz" (Riyazü's-Sâlihîn, III, 146) buyurarak, suçlu da olsa bir insana kahredici sözler söylemenin doğru olmadığına işaret etmiştir. inanan bir insana, şer olarak, müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir (Riyazü's-Sâlihîn, III,156). Müslümanlar hakkında kötü zan ifade eden sözlerden de kaçınılmalıdır (el-Hucurât, 4/92). Çünkü zannın kötüsü, sözlerin en çirkini ve en yalanıdır (Riyazü's-Salihin, 3/155).

    Sözü işitip en güzeline uymakla mükellef olan müslüman (ez-Zümer, 39/17, 18), hayatta bulunan müslüman kardeşine sövmekten nehyedildiği gibi, müslümanın ölülerine de sövmemekle ve ayıplarını araştırmamakla emrolunmuştur (Riyazü's-Sâlihîn, III, 147).

    Allah'ın verdiği ilâhî nimetlere şükretmek, imanının ve islâm'ının gereğidir. Ancak şükür, basit bir "teşekkür" ifadesinden ibaret değildir; müslüman, sözlü teşekkürüne ilâveten bedenî ve malî ibâdetlerle de şükrünü eda edebilmelidir. Nimetler, şükrünü eda edemeyeceğimiz kadar çoktur. Tövbe ederek bağışlanmamızı arzu eden Yüce Allah, yaptığımız her tür iyilikleri sadaka kabul ederek, bu yolla affımıza vesileler yaratmıştır.

    Hz. Peygamber (s.a.s.), "Her iyilik bir sadakadır" (Edebü'l-Müfred, I, 245) buyurmuştur. Hadiste geçen ma'ruf kelimesinin manası geniştir. Allah'a ibadeti ve O'nun rahmetine yakınlık için söylenen sözlerle yapılan işler, insanlara söz ve işlerle yapılan ihsan ve yardımlar, ma'ruf kelimesi ile ifade edilmiştir.

    insanlar (müslümanlar), iyilik ve takva üzerine birbirleriyle yardımlaşmalıdırlar (el-Mâide, 5/2). iyilik yapma imkânına sahip olmayanlar ise, hiç olmazsa güzel söz ve tatlı 'dil ile din kardeşinin gönlünü hoş tutmalı ve bu yolla da Allah'a şükrünü eda etmelidir. Çünkü güzel söz ve tatlı dil, Allah katında bir sadaka kabul edilmiştir. Hz. Peygamber "Yarım hurma ile olsa dahi ateşten korunmaya çalışınız. Bunu da bulamazsanız tatlı sözlerle... " buyurmuştur. Hadîsin devamında, söylenen güzel bir sözün sadaka hükmüne geçtiğini müjdelemiştir (Riyazü's-Sâlihîn, II, 109).

    Eşyanın, yaratılış gayesinin dışında sarfedilmesi, onun değerini düşürür. Lisanın (konuşma kabiliyetinin) yaratılış gayesi, hakkı söylemek ve muhataba meramım ifade edebilmektir. Sözü yerinde kullanmak onu tesirli kılarken, yerli-yersiz sarfedilen söz de, tesiri azaltır; anlatılmak istenen manayı daha da karmaşık duruma getirdiği gibi o nisbette muhatabı da sıkar. Cevâmiu'l-kelim = Veciz söz (az kelime ile çok mana ifade etme) Kur'an ve hadislerin edebî üslûbundan birini teşkil etmektedir.

    inanan insan, dinî ve dünyası için, lüzumsuz olan her türlü şeyden yüzçevirir (el-Müminun, 23/3). Lisanı, gereksiz ve boş sözlerle meşgul etmek, insan hakkına tecavüz sayılan gıybet, iftira, dedikodu, yalan sözler, söyleyenin kalbini kararttığı, günâha sevkettiği gibi, dinleyeni de yanlış kararlara, fâhiş hatalara tamiri mümkün olmayacak derecede felâketlere sürükleyebilir.

    Mümtehine suresinin ilk ayetinde Cenâbı Allah; "Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız (olanlar)ı dostlar edinmeyin (Kendileriyle aranızdaki sevgi yüzünden onlara (Peygamber'in maksadını) ulaştırırsınız (değil mi?)... " buyurmaktadır. Müfessirler bu âyetin nüzul sesebi hakkında şu hadiseyi naklederler: Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke'ye karşı sefer hazırlığına girişir. Bu, müslümanlarca bilinen bir sırdır. Sahâbeden Hâtıb b. Ebî Beltaa, Mekke'de küffâr içinde kalan evlâtlarını ve ailesini tehlikeden korumak maksadıyla, Hz. Peygamber'in bu hazırlığını, Mekke'ye dönmek üzere olan Sare isimli bir şarkıcı kadına verdiği mektupla bildirmek ister. Cebrâil vasıtasıyla durumdan haberdar olan Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Ali, Talha, Ammâr, Zübeyr ve Ebû Mersed'i göndererek kadından mektubu aldırır. Yaptığını itiraf eden Ebû Beltaa, özür dileyerek Hz. Peygamber tarafından affedilir. Konuşulmaması gereken yerde konuşmak, sırrı ifşa etmek, birçok tehlikeli olayların meydana gelmesine sebep olabilir.

    Allah, razı olduğu kullarının vasıflarını sıralarken; "Rahman'ın kullan ki yeryüzünde mütevazî olarak yürürler, câhiller kendilerine laf atarsa "selâm" derler" (el-Furkân, 25/63);

    "Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve "bizim işlerimiz bize sizin işleriniz size. Size selâm olsun; biz câhilleri istemeyiz' derler" (el-Kasas, 28/55) buyurmaktadır. Lüzumsuz söz ve sataşmalardan sakınan müminler böylece dövülürken, bunun aksine boş ve lüzumsuz sözlerle meşgul olanlar için de şu ikaz yapılmaktadır: "Însanlardan kimi vardır ki, bilgisizce (insanları) Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için (masal, hikâye, türkü) gibi eğlence (türünden boş) sözleri satın alırlar. işte onlara, küçük düşürücü bir azap vardır. Ona ayetlerimiz okunduğu zaman sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak (arkasını) döner. Onu, acı bir azap ile müjdele" (Lokman, 31/6, 7). Bazı masal kitaplarını getirip Mekkelilere okuyarak onları eğlendiren, dolayısıyla Kur'ân'ı dinlemelerine engel olan Nadr ibn Haris ve benzerleri hakkında nâzil olan bu ayet, boş lafların hakkı dinlemeye engel olduğunu veciz bir şekilde ifade etmektedir. Müddessir suresi 45. ayette de boş söz ve boş davalara dalmanın cehenneme gitme sebebi olduğu belirtilmektedir.

    Her iş ve sözü imanı ile uygunluk gösteren değerde olan müslüman, ahirette lüzumsuz söz söyleme ve dinlemeden uzaktır: "Orada boş söz değil, yalnız selâm işitirler" (Meryem, 19/62). lüzumsuz söze kulak asmayan müslümanlar, daima hakkı dinler, hakkı söyler ve yalandan sakınırlar (el-Furkan, 25/72, el-Ahzâb, 33/70). Dünyada lüzumsuz söz ve boş davalarla meşgul olanlar, yalan, iftira, dedikodu ile kalplerini karartanlar, ahirette hesaba çekildikleri zaman, dünyada olduğu gibi lüzumsuz ve yalan lakırdılar etmeye başlayınca onların ağızlarına mühür vurulur ve diğer uzuvları aleyhlerinde şahidlik etmeye başlar (Yâsin, 3/65, 41/21).

    Lüzumsuz ve faydasız sözlerden kaçınmak, daima hak ve doğruyu konuşmak, müminin prensibidir. Önemsenmeden söylenen öyle lüzumsuz söz vardır ki, insanı cehennemin en derin yerine sevkeder (Müslim, Hadis, no: 2988). Tirmizî'nin Ebû Hureyre'den rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.s.); "Bir mecliste lüzumsuz sözler konuşan kimse, kalkarken 'Sübhaneke'llahümme ve bi hamdike eşhedü en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbü ileyke' derse, oradaki hataları bağışlanır" buyurmuştur.
    Tümünü Göster
    ···
  8. 8.
    0
    sorular cevaplandırılır.
    ···
  9. 9.
    0
    updullah
    ···
  10. 10.
    0
    @14 birinci ve ikinci entryde yazanlara bakabilirsin
    ···
  11. 11.
    0
    @14 birinci ve ikinci entryde yazanlara bakabilirsin
    ···
  12. 12.
    0
    ccc up up up ccc
    ···