/i/Sözlük İçi

sözlük içi.
  1. 1.
    +2
    insanoğlunun yaratılışıyla başlayan rekabet, yine insanlık tarihi ile yaşıt başka bir olguyu da karşımıza çıkarmıştır. ilk başlarda kabileler düzeninde yaşayan insanlık; zamanla devlet yolunda ilk aidiyet güdülerine sahip olduğunda çıkar çatışmaları ve menfaat kesişmeleri noktasında şiddet kullanma yoluna gitmiş, adına harp ya da savaş dediğimiz kavram ortaya çıkmıştır. 
    En basit tanımıyla bu kavramı açıklayacak olursak “Savaş, düşmanı irademizi kabule zorlamak için bir kuvvet kullanma eylemidir.” Düşmana irademizi zorla kabul ettirmek yani ona isteklerimizi kabul ettirmek için mutlak bir kuvvetin kullanılması ve düşmanın bu güç karsısında direnemeyerek pes etmesini sağlamaktır. Eğer düşmana irademizi zorla kabul ettirmek istiyorsak onu kendisinden beklediğimiz fedakârlıktan daha kötü bir duruma düşürmek veya bunu hissettirmek yeterli olacaktır. Savaş gerçek anlamda bir kavgadır. Ancak bu kavga savaş aracılığıyla maddi ve manevi kuvvetlerin tamdıbının kullanılmasını ve bu kavgada tarafları kendi yararlarına kullanmak için birçok buluşa yöneltmiştir.  Savaş kavramı üzerine duran her bir düşünür, bu kavramı şekillendirerek disiplin içine kattığı anlayışlarla savaşın farklı bir boyutunu işaret etmiştir.
    Örneğin, en mükemmel zaferin muharebe etmeden savaşı kazanmak olduğu tespitini yapan Sun Tzu (MÖ 400-320); “Savaş Sanatı” adlı eserinde, savaşı “Savaş,  devlet için hayati önemi haizdir. Yaşam ya da ölümle son bulan bir sahadır ve hayatta kalmaya veya mahvolmaya giden bir yoldur.” şeklinde tanımlamıştır. Bunu şu örnekle basitleştirerek açıklamak mümkündür: “Eski bir Çin öyküsüne göre, bir zamanlar bir Çin soylusu zamanın en ileri bilim adamlarından kabul edilen üç kardeş otacıdan en genç olanına aralarından en üstün olanın kim olduğunu sorar. Genç otacı cevap verir: “En büyük ağabeyim, hastalıkların ruhunu görüp daha ortaya çıkmadan yok ettiği için şöhreti evinin duvarlarının dışına çıkmaz. Ortanca kardeşim hastalıkları ortaya çıktığı anda yok eder. Bu nedenle onun şöhreti de yaşadığı mahallenin dışına çıkmaz. Bana gelince; ben damarları açar, şuruplar hazırlar, masaj yaparım. Bu nedenle şöhretim her yere yayılır. Şimdi size sorarım hangimiz daha üstün?”
    Clausevitz'e göre ise savaş, politik ilişkilerin bir devamı ve başka araçlarla gerçekleştirilmesidir. Savaş teriminin farklı şekillerde tanımlanması; kavramın oluşumundan, kavrama ilişkin bilginin kaynağından, kapsamından, doğasından ve bu kapsamdaki tanımlamalarda farklı inceleme düzey ve birimlerinin kullanılmasından kaynaklanmaktadır. toplumsal yapılanmaların gelişimi esas alındığında, ilk Çağ’da kabileler arası çatışmalardan ibaret olan savaşın; Orta Çağ’da şehir milisleri ve paralı askerlerin oluşturduğu özel ordular tarafından küçük alanlarda, düşük yoğunlukta ancak uzun sürede cereyan eden silahlı bir mücadeleye dönüştüğü görülür. Bunu takip eden Yeni Çağ’dan itibaren ise ulusal devletlerin kurulmasıyla oluşturulan millî orduların; savaş kavrdıbını, hükümdarların mücadelesinden milletlerin savaşımına dönüştürdüğüne tanık oluruz. Bu dönemde savaşın topyekûn bir hâl aldığı ve kesin sonuçlu yıkıcı bir nitelik kazandığı görülür. Her kim tarif ederse etsin, ortada tek bir gerçeklik vardır: Savaş şiddet içeren bir durumdur Nitekim Çiçero, savaşı, “tarafların kuvvet kullanarak çatışması” olarak tanımlamıştır.
    Hobbes, ünlü eseri Leviathan’da  “Şayet birbirinin kurdu olan iki insan, aynı anda beraber sahip olamayacakları bir şeyi isterlerse düşman hâline gelirler ve süreç sonuçta ya birinin diğerini kontrol altına alması ya da yok etmesi ile neticelenir.” der. Bu kaçınılmaz çatışma aslında insan doğasından gelen “ne pahasına olursa olsun hayatta kalma refleksinin” bir bedelidir. Realist öğretinin temelini oluşturan bu görüşe göre, hayatta kalabilmek adına her zaman en güçlüler en iyi yemeği ve en iyi barınağı almak isterler. Ancak ihtiyaçlar sonsuz, kaynaklar kısıtlı olduğundan, en iyiyi elde etmek için verilen mücadele nihayetinde insanları çatışmaya zütürür. iki kişi arasında daha iyiyi elde etmek için verilen bu çatışma eninde sonunda kazananın yaşayacağı, kaybedenin öleceği veya köle olacağı bir “düello” hâline gelir. Siyaset bilimciler savaş olgusunu açıklayan genel geçer teoriler peşinde iken tarihçiler genelde her bir savaşı kendine özgü sebepleri ışığında inceleme çabasında, biyoloji ile felsefe ve pgiboloji ise saldırganlığın ve çatışmanın fizyolojik ve pgibolojik nedenlerine cevap bulmak peşindedir. Kimine göre savaş insan doğasından kaynaklanan ve “kaçınılması güç” bir “defo” kimine göre insanlık geliştikçe giderek “demode” ve “ahlak dışı” hâle gelen bir olgudur. Kenneth Waltz’a göre “herhangi bir şey” savaşa neden olabilir. Nitekim 2400 yıl önceki Peloponez Savaşı’nın nedenleri hakkında bilimsel çalışmalar hazırlandığı hâlde bugün hâlâ sosyal bilimlerin savaş olgusunu tam anlamı ile çözebildiği iddia edilemez. Uluslararası ilişkiler teorileri, savaşın “kaza eseri ve rastlantısal” meydana gelen bir olgudan ziyade belli aktör, yapı ve süreçlerin bir araya gelmesiyle meydana gelen “önceden kestirilebilir” bir olgu olduğu iddiasındadır. 
    Örneğin klagib realistler insan doğasındaki defo ve güce duyulan arzu ile savaşı açıklarken neorealistler uluslararası sistemdeki “anarşi” ve devletler sisteminde savaşı durduracak bir “üst otoritenin” yokluğu ile savaşı açıklamakta, radikal yaklaşımlar ise savaşları kolonizasyon sürecinin veya kapitalizmin tabii bir sonucu olarak yorumlamaktadır.
    Savaş, insanlar avcılık ve toplayıcılığı terk edip çiftçilik ve tarımsal üretime geçtiği zaman medeniyetle birlikte doğmuştur. Tarımsal üretim ve hayvan yetiştirme için gerekli olan örgütlenme ilkel savaş olarak bilineni sürdürmek için bu yeni gelişen kültüre olanak sağlamıştır. ilkel savaş, törensel bir savaş hâliydi. Bu, bir tür pusu anlayışının kilit rol oynadığı veya da yüz yüze yapılan bir savaş türünden ibaretti. Zamanla ulus devlet savaşları binlerce kişiden oluşan kitlesel ordularca gerçekleşti. Kalabalık kitleler; çok düzenli, organize olmuş bir şekilde, belirli bir komutada, adım adım ilerlediler. Modern askerî eğitimler, MÖ 1900’lerin eski Mısırlıların eğitimlerine çok benzemektedir. Her şey, “solda” başlar. Savaş; tıpkı düşmanının da yaptığı gibi, arkadan öne doğru düzineler hâlinde sıralanmış askerlerin, düşmanlarına karşı harekete geçmeleri için birbirlerine ileriye doğru baskı yapmalardan ibarettir.
    Savaşlar nasıl ve hangi bilimle açıklanırsa açıklansın, nasıl yapılırsa yapılsın, daha önce de belirttiğim gibi şiddet yoluna başvurmaya ve bu sayede üstünlük kurmaya dayanmaktadır. Bu durum da kendisine has bir endüstriyel üretimi ortaya çıkarmaktadır. Bu üretim; savaşlarda kullanılan araç ve gereçler, bilinen adıyla silahlardır.
    ilk silahlar, genelde ileriye doğru atılan bir cismin havada yol almasından elde edilen hızdan istifade edilmesi prensibine göre tasarlanmıştır. Fırlatılan nesne, önce basit bir taş iken daha sonra ucu sivriltilmiş mızrak, ok vb. olmuştur. Zamanla kargı, sapan ve mancınık gibi basit silahlar bunları izlemiştir. Ancak atış teknolojisindeki en büyük ilerleme için barutun icadını beklemek gerekecektir.
    Savaşların en önemli malzemesi olan insan ancak silah kavramı ile bir arada düşünüldüğü zaman ölümcül bir vasıta hâline gelmektedir. insan; tek başına, yalın bir savaşçı olarak algılandığında birçok diğer canlıya göre aslında çok daha ilkel bir durumdadır. Dişleri sivri değildir. Öldürücü pençelere de sahip değildir. Bu itibarla kendisini hayatta tutacak başka şeylere ihtiyaç duymaktadır. işte ihtiyaç duyulan silah; önce güç, sonra karşı güç ile evrimleşmiştir.
     
      
     
    ···
  1. 2.
    0
    özet geç bin
    ···
  2. 3.
    0
    Okuyanın anasını gibem
    ···
  3. 4.
    0
    insan okuyacak oç
    ···
  4. 5.
    0
    Okuyan maldır
    ···
  5. 6.
    0
    Allahu ekb er
    ···