1. 1.
    +1
    reserved
    ···
  2. 2.
    0
    ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLUĞU - 4
    Bazı günler Mustafa Makbule’yi bakla tarlasında yalnız bırakıp çevrede gezmeye çıkıyordu. Bir gün Mustafa gezerken bir kaval sesi duydu. Bu kavalı kimin çaldığını merak edip kaval sesinin geldiği tarafa doğru yürüdü. Biraz gidince baktı ilerdeki bir ağacın altında on yaşlarında bir çoban kaval çalıyor, etrafında da koyunlar otluyordu. Mustafa bu çocuğun kavalıyla yarattığı sihirli dünyasını bozmak istemedi. “ Varsın çalsın garip “ diye düşündü. “ Ben de o kaval çalmayı bırakıncaya kadar burada oturur, beklerim. “ Aradan yarım saat geçti. Çocuk, türküler, oyun havaları çaldıktan sonra kavalını ağaca yasladı ve azık torbasını açıp yanında getirdiği yiyecekleri yemeye başladı. Mustafa oturduğu yerden kalktı, çocuğun yanına doğru yürümeye başladı. Karşıdan birisinin gelmekte olduğunu otların hışırtısından duyan çocuk başını kaldırdı. Geleni tanımıyordu. “ Acaba kim ki? “ diye düşündü. Mustafa çocuğun yanına gelince gülümseyerek:
    “ Merhaba arkadaş, afiyet olsun “ dedi. “ Benim adım Mustafa. izin verirsen yanına oturmak istiyorum. “
    Çoban çocuk:
    “ Tabii gel gel, buyur şöyle “ dedi. “ Hem bak acıktıysan hiç çekinme ye bir şeyler karnını doyur. Yemezsen, darılırım. “
    Mustafa çocuğun yanına oturdu. Sessizce ikisi birlikte yemeklerini yediler. Daha sonra Mustafa: “ Arkadaş, çok güzel kaval çalıyorsun. Kendi kendine mi öğrendin yoksa bir öğreten mi oldu? “ diye sordu.
    Çoban çocuk:
    “ Köylük yerde böyle eften püften işleri öğreten olmaz “ dedi. “ Benim dedem de çoban, babam da çoban, eh, ben de çoban. Beş yaşına bastığımda babam, haydi bakalım Ali, al güt şu koyunları, deyip on tane koyun verdi bana. O günden bu yana çoban olup çıktık işte. Dedemi, babamı kaval çalarken dinledimdi. Bir gün canım sıkıldı, bu kavalı yaptım. Öyle böyle derken öğrendim çalmasını. Güzel çaldığımı az önce sen dediydin. Sağ olasın. “
    “ Peki, arkadaş, çoban olarak yaşdıbını sürdüreceğini söylüyorsun. Tabiatla iç içesin, koyunlarını güdüyorsun, dilediğince kavalını çalıyorsun. işine pek karışan olmaz. Özgürsün, belki mutlusun da. Fakat senden öncekilerden gördüğün, onların yaşadığı yaşam tarzının dışına çıkarak, dışarıya taşarak, daha aktif bir hayat yaşamayı arzulamaz mısın? Kendine bir hedef seçersin ve hedefine varmak için yeterli bilgiyi öğrenmeye okula gidersin. Bu ön bilgiyi öğrendikçe, öğrendiklerinin ışığında fikirlerini geliştirirsin. Eğer isterse kişi vatanına, milletine faydalı olabilecek pek çok iş başarır. “
    “ Ne yalan söyleyeyim, söylediklerinin bazı yerlerini tam olarak anlayamadıysam da çoğunu anladım. iyi güzel diyorsun da bizim köyde okul yok ki. Şehirdeki okula gitmeye kalksam, hiç tanıdığımız yok orada, kalacak yerim yok. Zaten babamlar bırakmazlar gideyim. Belki onlar da isterler Ali amir-memur olsun ama şu gördüğün koyunların başına bir çoban lazım. Herkes amir-memur olsa, çobanlığı kim yapacak? Boş ver beni be, düşünme beni be, bırak ben çoban kalayım. Sen asıl kendinden haber ver, buralarda kimlere misafir geldin ki? Hem senin geldiğin şehir büyük mü? Sizin okulda çok çocuk var mı okula giden? “
    “ Bak arkadaş, hayatta insanın eline birtakım fırsatlar geçer. Önemli olan ele geçen bu fırsatları en iyi şekilde değerlendirebilmektir. Bunun için de gayret gereklidir. Eğer biz seçtiğimiz hedefe ulaşmak için yeterli gayreti göstermezsek, zaman içinde, hedefimize gittikçe yaklaştığımızı değil, bilakis hedefimizden giderek uzaklaştığımızı fark ederiz. Kimsenin kimseye zorla meslek seçtirmesine taraftar değilim. Severek yapılmayan bir iş, bir uğraş, kişiye hayatı anlamsız kılar. Böyle biri de, eğer çıkış yolu bulamazsa yani hayatını anlamsızlıktan kurtaramazsa vatanına, milletine gerektiği şekilde faydalı olamaz. Şimdi arkadaş, sen şehirdeki okula gitmeye kalksan orada yatılı bir okula girerdin ve kalacak yer diye bir sorunun olmazdı. Az önceki sözlerinden bunun için birtakım engeller çıkabileceğinden çekindiğini anladım. Ayrıca da, senin buradaki yaşantından pek şikayetçi olmadığını fark ettim. Fakat okuma-yazma isteği ile yanıp tutuştuğun belli. Benim okuduğum okulda okuyan çocukları merak etmen bunu gösteriyor. Ben, annem ve kız kardeşimle birlikte Selanik’ten dayım Hüseyin Ağa’nın yanına geldik. Kız kardeşimle birlikte dayımın bakla tarlasında bekçilik yapıyoruz. Fırsat buldukça çevrede gezintiye çıkıyorum. işte böyle bir gezinti anında seni gördüm, yanına geldim, oturduk, konuşuyoruz. iki ay kadar dayımın çiftliğinde kalacağız. Yani iki ay seninle bir arada olabiliriz demek istiyorum. Arkadaş, eğer istersen sana okuma-yazma öğretmek istiyorum. Biz buradan giderken sen okuma-yazma öğrenmiş olursun ve sana bırakacağım ders kitaplarını okuyup iyice öğrenirsin. Bu arada boş durmayıp arkadaşlarına da okuma-yazma öğretmek için çaba sarf edersin. Yakın bir gelecekte sizin köyün öğretmeni olursun. Ne dersin arkadaş, ister misin okuma-yazma öğrenmek? “
    “ Tabii ki, isterim istemesine de, becerebilir miyim dersin okuma-yazma öğrenmeyi? “
    “ Becerirsin, becerirsin. Sen istedikten, biraz da gayret gösterdikten sonra başarılı olmaman için hiçbir neden göremiyorum. “
    Mustafa daha sonra konuşmasının bir bölümünde Selanik’te Şemsi Efendi’nin ilkokulunda okuduğunu fakat babası Ali Rıza Efendi’nin ölümü üzerine, annesi ve kız kardeşiyle dayısının yanına geldiklerini anlattı. ilkokulu bitirdikten sonraki amacının Askeri Rüşdiye’nin imtihanlarını kazanarak oraya girmek, Rüşdiye’yi bitirdikten sonra yüksek öğrenimine devam ederek sonunda subay olmak olduğunu belirtti. Mustafa ile Ali bir süre daha konuşmalarına devam ettiler ve yarın aynı yerde buluşmak üzere birbirlerinden ayrıldılar. Mustafa fırsat buldukça Çoban Ali ile bir araya geldi; ona okuma-yazma öğretebilmek için çırpınıp durdu. Mustafa’nın bu iyi niyetli çabaları boşa gitmedi. Bir süre sonra Ali, okuma-yazma öğrenmeye muvaffak oldu. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra Mustafa:
    “ Arkadaş, annem beni Selanik’e teyzemin yanına gönderiyor. Yarın gidiyorum. Selanik’te okumaya devam edeceğim. işte ders kitaplarımı getirdim. ilk tanıştığımız günkü konuştuklarımızı unutmadın sanırım. Bu kitapları iyice oku, öğren. Fakat öğrendiklerin sende kalmasın. Öğrendiklerini arkadaşlarına da öğret, onlara da okuma-yazma öğret. Bir ülkede cahiller ne kadar çoksa, o ülke, o kadar geri kalmış demektir. Ülkemizin medeni milletler seviyesine erişebilmesi, her ferdin, üzerine düşen görevi yapmasıyla gerçekleşir. Sadece ben okuma-yazma biliyorum, ben bilgiliyim demekle olmaz. Başkalarına da okuma-yazma öğretmedikçe, eğitmedikçe, bilgilendirmedikçe görevin tamamlanmış sayılmaz, yarım kalır. Bunu sakın aklından çıkarma. En güzel günler senin olsun arkadaş, hoşça kal…” dedi ve elini uzattı. Çoban Ali, kendisine uzatılan dost eli sevgiyle sıktıktan sonra:
    “ Seni subay olmuş yürürken görür gibi oluyorum, Mustafa. inşallah vatana, millete yararlı olursun. Mustafa adını hiç unutmayacağım, sen de, Çoban Ali adını unutma. Subay olunca fırsat bulursan gel gör beni, ben hep buralardayım, olur mu Mustafa? “ derken, göz pınarlarından akan yaşları silmek gereğini duymuyordu.
    Tümünü Göster
    ···
  3. 3.
    0
    Atatürk'ün Eşitlik Anlayışı
    Atatürk bir gün Dolmabahçe'den gizlice çıkar, Topkapı Sarayı Müzesi'ne gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı "Henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi. Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin" der.
    Hiç şüphe yok ki, kapıcı Atatürk'ü tanımamış ve birden fazla bu sözlere muhatap bulunduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu olayda mühim olan nokta Atatürk'ün kapıcının sert cevabı karşısında ısrar etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir.
    ···
  4. 4.
    0
    Bu Millet O Kadar Zengin Değil
    Bir tarihte Atatürk Ege vapuru ile Mersin'e gitmiş. Dönüşte vapur Fethiye'de durmuş. Kasabada halk şenlik yaparken, gemilerden de havai fişekler atılıyormuş. Kendisine refakat eden Zafer Torpidosu'nda bulunan Atatürk, donanmanın şenliklerini seyrederken, zafer torpidosu komutanına kumandanlardan biri, bir torpil atmasını söylemiş. Torpido kumandanı:
    "Hayhay efendim, yanlız bir torpilin kıymeti elli bin liradır" demiş.
    Bunun üzerine Atatürk:
    "Vazgeçin torpil atmaktan, bu millet o kadar zengin değildir."
    Ve torpido kumandanına dönerek:
    "Sizi tebrik ederim" diye iltifatta bulunmuş.
    ···
  5. 5.
    0
    Millet Adamıydı
    Milli Mücadele'nin buhranlı günlerinde, Ankara civarında yaptığı bir gezintiden dönerken, yolda sarıklı bir hocaya rast gelmişti. Konuşurken, üstlerinden geçen uçağı göstererek, sordu:
    "Hocam, bu uçak nasıl uçuyor?"
    "Ne bileyim ben... Öğretmediler ki bize?"
    "Peki, sen ne bilirsin?"
    "Ne mi bilirim. Bu uçağa bin dersin, binerim, oradan kendini aşağı at dersin, atarım... işte ben bunu bilirim ama, bunu da senden öğrendim, Paşam!"
    Mustafa Kemal, bu söz üzerine:
    "Var ol hocam!.. Ama, şunu da bil ki, ben de senin gibiyim... Ben de, milletin hiçbir arzusunu, hiçbir isteğini, hayatım pahasına da olsa, yapmamazlık edemem!.
    ···
  6. 6.
    0
    Yanlışlarımı Halk Düzeltsin
    Atatürk bir gün Türkiye'ye ziyarete gelen yabancı bir zatla Ankara Palas'ta halkın önünde ve arasında konuşurken şöyle demişti:
    "Ben düşüncelerimi daima halkın huzurunda söylemeliyim. Yanlışım varsa, halk beni tekzip etsin.
    ···
  7. 7.
    0
    rezerve
    ···
  8. 8.
    0
    reserved
    ···
  9. 9.
    0
    reservlerri alın
    ···
  10. 10.
    0
    reserved
    ···
  11. 11.
    0
    rezerveddddddddddddddddddddddd
    ···
  12. 12.
    0
    Asla Bolşevik Olmayacağız
    Ankara'nın Şubat ayına gelen oldukça soğuk ve karlı bir gecesi idi. Ankara kulübünde bir balo tertip edilmişti. O zamanın bütün mümtaz simaları orada idiler. Saat henüz 12'ye gelmemişti. Herkesin kalbinde ani bir heyecan uyandıran bir haber baloya yayıldı:
    "Gazi Paşa baloya geliyorlar!"
    Rus Sefarethanesi'nde imişler, oradan baloya geliyorlar. O zamanki Rus Sefiri de baloya gelmişti.
    Bir aralık Sefir, salonunun ortasına doğru ilerlemekte olan Gazi'ye yaklaşarak Fransızca:
    "Ekselans" dedi, "Sizi çok seviyorum, hürmetim sonsuzdur; çünkü müşterek bir gaye uğrunda varlığını kurtarmağa çalışan milletleriz. Türkiye'nin en büyük halaskarı ve banisi olan sizi müsaade ederseniz bir kere öpmek şerefini kazanabilir miyim... "
    Atatürk evvela gülerek elini uzattı, sonra o da elçiyi öptü. Büyük ve kıymetli Ata'mız bu çeşit eğlence yerlerinde dahi memleketin menfaat ve siyasetini göz önünden bir an uzak tutmazdı. Onun için bütün yabancı gazete muhabirlerinin huzurunda şu cümlelerle Sefirin sözlerini cevaplandırdı:
    "Ekselans, gösterdiğiniz sevgi hareketinden ve sözlerinizden çok mütehassis oldum. Teşekkür ederim. Bu iki millet ilelebet dost kalmalıdır. Yalnız şuna dikkat ediniz, her zaman dost olmak arzumuza rağmen asla bolşevik olmayacağız!"
    ···
  13. 13.
    0
    Atatürk`ün Yargıç Kararına Saygısı
    Ölümünden iki yıl önce Atatürk'ün canına kıymak için kurulan bir tuzak meydana çıkarılmıştı. Hem de bu düzeni kurmakla suçlanan kimse "Milli Mücadele"den beri Ata'nın yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış, birçok iyiliklerini de görmüş biri idi.
    Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme oluşturdu. Herkes bunu konuşuyor, "nasıl olur" diyor, bir türlü herhangi bir nedene bağlanamıyordu.
    Sanık yakalandı, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk, olaydan haberi yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk'ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara uğramıştı; kimi "bu üzüntülü olayı anmak istemiyor" dedi, kimi de "bunun doğru olduğuna inanmıyor" diye düşündü.
    Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı.
    işte, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki, Atatürk bu konuda ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız şunu dedi:
    "Suça yeltenilmiştir, ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir."
    ···
  14. 14.
    0
    YENiLSEYDiK SORUMLU BEN OLACAKTIM
    Bir aralık konu istiklâl Savaşı'na geldi. Dikkat ettim Binbaşılar dahil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini nerede bulunduğunu -bir gün önce olmuş gibi- hatırlıyordu. O savaş ki araç gereç personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat bu kadro canını dişine takmış bir ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi. Böyle bir dramı hem yazarı hem baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata'yı coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı öylesine plastikti ki hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle bağladı:
    - işte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır.
    Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra içine dönük adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti:
    - Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı.
    Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin zaferleri kendine maleden yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım.

    Ord. Prof. Sadi IRMAK
    ···
  15. 15.
    0
    iNANMAYANLAR DA HAKLIYDILAR
    Mustafa Kemal realist bir liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek açıkça bir suç işlemiş olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına rağbet etmedi. Bir gün bana:
    - Kuva-yı Milliye'ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler demişti.

    Falih Rıfkı ATAY
    ···
  16. 16.
    0
    Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:
    - Sen güreş bilir misin?
    Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı.
    Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense tuttu:
    - Haydi, bir de benimle güreş!
    Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı:
    - "Atam," dedi. "Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?"
    Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.
    Tahsin UZER
    ···
  17. 17.
    0
    reservdlerii alın
    ···
  18. 18.
    0
    TÜRK ORDULARI BAŞKUMANDANIYIM
    Afyonkarahisar'ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi, Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu Selanik'ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya başlamıştı.
    - Binbaşı mısınız?
    - Hayır.
    - Albay mı?
    - Hayır.
    - Korgeneral mi?
    - Hayır.
    - Peki nesiniz?
    - Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi:
    - Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil de!..
    ···
  19. 19.
    0
    reserved
    ···
  20. 20.
    0
    Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı’nda Viyana’dadır. Generaldir. Bir otelde kalmaktadır. Birçok ecnebi generaller ve diplomatlar da bu otelde kalmaktadır. Mustafa Kemal, yemek salonuna indikçe Avusturyalı bir diplomat ailenin kendisine küçümseyerek baktığını hissediyor. Bir kolayını bulup bu aile ile tanışıyor. ilk fırsatta Mustafa Kemal’e askerlikten bahis açarak bu mesleğin bilgi ile beraber tecrübeye de ihtiyacı olduğunu söylüyorlar ve hemen arkasından da: “Türk Ordusu’nda sizin gibi genç generaller çok mudur?” diyorlar. Mustafa Kemal bunlara unutamayacakları bir ders vermek istiyor. Ve iki gün sonra aynı aileyle birlikte yemek yiyorlar. Mustafa Kemal, Avusturyalıların genç general Napolyon’a karşı kaybettikleri meşhur Olm Meydan Muharebesi’ni anlatmaya başlıyor ve sözü şöyle bitiriyor: “Evet muhterem baylar; Fransız Orduları’nı sevk ve idare eden Napolyon da Olm Meydan Muharebesi’ni kazandığı zaman çok genç bir generaldi.” Avusturyalılar bundan sonra ne Mustafa Kemal ile yemek yemişler ve ne de Türk generallerinden ve tarihten konu açmışlardır.
    ···