1. 26.
    0
    uzun paltolu bıyıklı polis gözlerini gözlerime dikmiş kimi öldürdüğümü soruyordu, donup kalmıştım, öylece boş gözlerle öndeki adama bakıyordum… bu bir rüya olmalıydı, yaşadıklarım gerçek değil, olmamalı da zira bir insanı öldürebilecek kudrete sahip değildim… kim sahip ki?

    kimdim ki ben, hayatı olmayan bir adamdım… tamam, kendi ailemin ölümüne sebep oldum belki ama bunun azabını yıllardır çekiyordum… kimseyi öldürmedim ben, öldürmedim… ön koltukta oturan uzun paltolu adamın gözlerinin içine baktım…

    “kimseyi öldürmedim ben” dedim…

    adının zaim olduğunu öğreneceğim cinayet büro amiri ön koltukta oturmuş, gözlerini bana dikmişti…

    sağ elindeki sigarasından bir fırt daha alarak yüzüme doğru üfledi…

    “arif, dedi…”

    bıyıklarının ortasını kaşıyarak…

    “arif nerede…”

    “bilmiyorum amirim” dedim…

    “bilmiyorum ki, arif mi adam öldürmüş… kimi öldürmüş” dedim…

    zaim baş komiser, konuşmuyor sadece dinliyordu arada bir de bıyıklarının ortasını kaşıyordu…

    “bilmiyorum komiserim, vallahi bilmiyorum, akşam beraberdik, yani gece geç saatlere kadar, biraz içtik, dertleştik falan meyhaneci rıfkı’nın orada o da biliyor, ona da sorabilirsiniz, sonra eve geldim ben… bilmiyorum, hatta airf’e de sorabilirsiniz” dedim..

    zaim komiser gözlerimin içine bakarak dinliyordu beni ama yüzünde inanıyor bakışı yoktu ki, inanmıyordu da… sağ elindeki sigarasını ağzına zütürerek dişlerinin arasına aldı, o ana kadar varlığından bile bihaber olduğum tespihini bileğini bükerek eline aldı… tespihi birkaç kez döndürdükten sonra dudaklarında ve yüzündeki şekilsiz bir ifadeyle…

    “arif’e de sorabilirim” dedi…

    komiserin bu şekilsiz ifadeleri ve konuşma tarzı fena halde taka battığımın resmiydi.

    “evet komiserim,” dedim başımı sallayarak, hatta dün akşam yanımızda cevat’la hilmi de vardı. onlara da sorabilirsiniz yani biz kimseyi öldürmedik, ben kimseyi öldürmedim, yani onlar da öldürmedi… görmedim, bilmiyorum...

    ne yapacağımı şaşırmıştım, ne yapsam da inandırsam diye düşünüyordum ama "bilmiyorum"dan başka bir şey aklıma gelmiyordu çünkü ben bir şey yapmamıştım...

    zaim komiser beni dinliyor ama söylediklerim bir kulağından giriyor bir kulağından çıkıyordu.

    ben bunları söylerken ön kapının cdıbına, biraz önce yanımda oturan ayyaş kılıklı polis geldi.

    -“cafer geliyor amirim” dedi..

    zaim komiser bana dönerek…

    “cevat’la hilmi’nin soyadı ne lan” dedi..

    “aktürk” dedim, cevat aktürk, hilmi yılmaz”.

    ben soyisimleri söylerken, ön kapıdaki ayyaş kılıklı polis cebinden çıkardığı not defterine baktı…

    -aldık onları amirim” dedi.

    bir yandan konuşmalarını dinliyor bir yandan da dikiz aynasından zaim komiseri izliyordum… kendi kendime de düşünüyorum; ben öldürmedim, acaba arif mi birisini öldürdü... arif kimi öldürmüş olabilir ki, ustasını mı? neden öldürsün… başka kim var, hiç kimse… zaim komiser bıyıklarının ortasını kaşımaya devam ediyordu… babasını mı öldürdü acaba, insan babasını öldürür mü? öldürmez… iyi de kim, cevat’la hilmi’yi de almışlar… beraber mi öldürmüşler… iyi de beni neden alıyorlar… bilmiyordum… hiçbir şey bilmiyordum...

    o an, içimden ellerimle dizlerime vurmak geçti ki, ellerimi de çektim ama bileklerimdeki ağrıyla kelepçeli olduğumun farkına vardım...

    yine de kısık bir sesle "eşek kafam, ne vardı o kadar içecek... " diye hayıflandım...

    o sırada arabanın önünden içerideki beyaz pardösülü bıyıksız adam geçerek şoför kapısından içeri girdi…

    beyaz pardösülü bıyıksız adam arabaya binince ayyaş kılıklı adam da yanıma oturdu…

    zaim komiser beyaz pardösülü bıyıksız adama dönerek.

    “ne yaptınız” dedi.

    “silahı bulduk amirim.” dedi.

    zaim komiser “silahı bulduk” haberinden sonra arkasına dönerek gözlerimin içine baktı, bıyıklarının ortasını kaşıyarak tekrar önünde döndü…

    beyaz pardösülü adama eliyle gidelim işareti yaptı…

    aslında zaim komiserin bana o son bakışı her şeyin habercisi gibiydi…

    “silahı bulduk…” nerede bulmuşlar ki, beyaz pardösülü bıyıksız adam benim evimdeydi, sivil polislere arama emrini veriyordu… benim evimde mi, ne alaka.. nerede bulmuşlar peki, yok canım, hem ne silah, benim evimde.. silah ne arar bende… hem ben kimseyi öldüremezdim, silahım da yok ki benim, nasıl öldüreyim…

    keşke olsaydı ve keşke ben öldürseydim...
    Tümünü Göster
    ···
  2. 27.
    0
    bir kere de adam akıllı dinleyin be... yine mi çamur at izi kalsın dıbına koyayım...

    biri naziler demiş, biri zenci demiş...

    yalanına sokuyumculara gelsin,

    hayatı gibilen ben, içerideyken zulmün feriştahını yaşayan benim siz değil, itilen, kakılan, dövülen, dayak yiyen de benim, neden yalan söyleyeyim ki... hem kendimi olmadık durumlara neden sokayım ki, para mı veriyorsunuz bana? bir kazancım mı var da burada olmadık bir hikaye anlatayım...

    bazı şeyleri saklıyorum ki, saklamak da zorundayım; zira hikayede başımı ağrıtacak olaylar var ve kimliğimi ifşa ederek yeniden içeri düşmek istemiyorum...

    her neyse...

    dinlemek istemeyen dinlemez, bir kişi dinlesin bana yeter...
    ···
  3. 28.
    0
    @153 sana isim verene küfür edesim var ama susuyorum...

    adamın ismi o, ne yapayım? öyle isim olmaz diye değiştireyim mi?

    http://www.isim.name/isim...okman-isminin-anlami.html
    ···
  4. 29.
    0
    @155 bir bu ekgibti, bir gibtir git allasen...
    ···
  5. 30.
    0
    geldim, nereye kaçacağım lan, buradayım da bitirmem gereken birkaç işim vardı, onunla uğraşıyordum...

    hikayeyi dinleyen bir kişi de olsa hikayeyi anlatacağım...

    yalanına sokyumcular da biz zahmet 31 falançeksin sonra da gidip zıbarsın...

    bu akşam ya da gece bir part daha atarım...
    ···
  6. 31.
    0
    geldim, hepinizden özür diliyorum, evet biraz geciktim ama devam edeceğim...

    bu arada yarım da bırakmıyorum, gerçekten önemli bir işi yetiştirmem gerekiyor...

    iki gündür onunla uğraşıyorum, gerçekten ama gerçekten çok önemli...

    bu arada tarihe takılan arkadaşlar, birkaç entry önce yazmıştım, bütün her şeyin cevabını alacaksınız. evet, birkaç şeyi farklı yazıyorum(memleket olsun, gardiyanların ismi olsun vs) ki zaten hikayeyi en başta okuyanlar sonradan yaptığım değişikliği anlamışlardır...

    her neyse...

    hikayenin ortasında neden böyle bir yola başvurduğumu siz de anlayacaksınız...

    bu arada gazete kupürlerini ekleyeceğim, haber bültenlerinde de çıkmıştı haberim ama elimde o görüntüler yok, malum çok eski bir zaman...
    ···
  7. 32.
    0
    geldim, birazdan bir part atıyorum...

    @187 güzel kardeşim yazdıklarımı iyi okursan neyin ne olduğunu anlayacaksın...

    bir daha yazayım burada yazılan hiçbir olayda yalan ya da abartı bir şey yoktur, hepsi de yaşadığım olaylardır...

    evet sakladığım bazı şeyler var ama onları da mecbur saklıyorum ya da yanlış yazarak zütü sağlama almaya çalışıyorum...

    neyse anlayan zaten anlamıştır...
    ···
  8. 33.
    0
    @194 bayrampaşa'da bırak çatal kaşığı da kazmayla tünel kazısan ne olacak? hiçbir şey...

    seni inandırmak isterdim ama sen kendini inanmamaya kurmuşsun onun için yapacak bir şeyim yok ama keşke hikayeyi baştan okusaydın o zaman bu soruları ya da hesaplamayı yapma gereği duymazdın...

    her neyse...
    ···
  9. 34.
    0
    ellerimi donumun üzerinde birleştirmiş aval aval esmer gardiyanın suratına bakıyordum… söylediğini ya yanlış anlamıştım ya da gerçekten cehennemin orta yerindeydim…

    esmer gardiyan yani hıdır, gözlerini bana dikerek;

    “gilodunu çıkar, gilodunu” dedi bir kez daha…
    cehennemin orta yerinde değildim belki ama işittiğimin gerçek olduğunu hıdır’ın o kurşun döven sesiyle anladım…

    yapamazdım, üç kişinin yanında donumu çıkaramazdım, belki yardımları dokunur diye diğer gardiyanların suratlarına baktım ama onların da suratlarından dökülen, çarşamba pazarlarında kurulan pazar tezgahlarından farksızdı…

    hiçbirinin suratında insanlığa dair bir işaret yoktu ya da insan değildi bunlar...

    elinde sopasıyla önümde bir heykel gibi dikilen hıdır’ın önce sopasına, sonra da yüzüne buz kesilmiş bir ifadeyle baktım…

    bakmaz olaydım…

    “ne bağıyon lan it, çıkarsana gilodunu” diyerek sol baldırıma bir sopa daha yedim…

    buz kesilmişti her yanım, baldırıma yediğim sopadan daha ağır geliyordu “gilitonu da çıkar” sözü… gözaltında yaşadığım o beş acı günün sonrasında belki biraz rahatlarım diye düşünmüştüm ama her geçen zaman daha da taka batıyordum…

    ellerimi donumun üzerinden çekerek...

    “nasıl yani” diyebildim sadece,

    esmer gardiyan yani hıdır, sarı dişlerini altlı üstlü sıkarak arkadaşlarına baktı… iki üç saniyelik bakıştan sonra bana doğru yaklaştı…

    o ana kadar yere bakan sopasının ucu artık bana bakıyordu…

    biliyorum o sopa herhangi bir yerime inecekti ki, insin de ama donumu çıkaramazdım…

    bilmiyorum belki sizler için normal bir şeymiş gibi gelebilir ama ben utangaç bir yapıya sahiptim… ve bana saçma geliyordu birilerinin yanında anadan üryan soyunmak; hem de tanımadığın kişilerin yanında…

    hıdır’ın elindeki sopa, göğüs hizamdan aşağı doğru kaydıkça benim de ellerim tekrar donumun üzerinde birleşti… aklımdan geçeni yapacak kadar gaddar olamazdı bu adam diyordum… ve evet, insan değildi belki ama bu kadar da olamaz diyordum… olmamalıydı da...

    o yanıma yaklaştıkça ben başımı eğdim… hıdır, artık bir nefes kadar yakınımdaydı, yüzüne de bakamıyordum, baktıkça ya küfür ediyordu ya da sopayı indiriyordu…

    “ne soruyon lan sen, ne soruyon, heyvan” diyerek sopayı kaldırdığı gibi kalçamın sol lobuna indirdi…

    biraz yalpalasam da düşmedim, düşmek de istemedim daha doğrusu… başım eğik bir vaziyette sol elimi kalçama zütürdüm, sopayı indirdiği yeri ovuştursam da acıyı bir türlü dindiremedim…

    hıdır’ın ağzından çıkan biçimsiz “çığks ıçğks” sesiyle, sağ yanımda duran beyaz tenli ve uzun boylu gardiyan, yanıma yaklaşarak koluma girdi… elindeki sopayla odanın ortasında olan masanın köşesini göstererek "oraya geç" dedi...

    bir elim donumda bir elim de sol kalçamda, beyaz tenli gardiyanın gösterdiği yere doğru yürümeye çalıştım fakat yürürken de baldırıma bir sopa daha indirdi hıdır…

    baldırıma o son sopayı yiyince durdum ve hıdır’ın suratına baktım… ben o bakışta hıdır’a ana avrat düz gittim ama neye yarar… biçimsiz bıyığı ve sarı dişleriyle suratıma bakarak sopasını gösterdi…

    beyaz tenli gardiyan omzuma dokunarak "geç "dedi…

    masanın köşesine geçerek bekledim…

    “arkanı dön” dedi beyaz tenli gardiyan..

    döndüm…

    adının rıfat olduğunu öğreneceğim bu gardiyan aslında maden mühendisiydi, sonradan iş bulamayınca gardiyan olmuş tabii bunları daha sonra öğrenecektim o an için bırak gardıyana adını sormayı soru bile soramıyordum soracak halde de değildim daha doğrusu…

    rıfat’ın suratında iyiliğin zerresi bile yoktu ama hadır’a ve diğer esmer gardiyana göre daha iyi davranıyordu…

    “donunu çıkar” dedi o da…

    arkamı dönerek rıfat’a baktım…

    “arama yapacağız, hadi zorluk çıkarma” dedi.

    tatlı dil dedikleri buymuş aslında, çıkarmamak için onca sopa yediğim donu iki tatlı söz ve bakıştan sonra çıkarmaya karar vermiştim…

    rıfat, hıdır’a dönerek

    “tamam abi ben ararım, siz kıyafetleri arayın” dedi.

    hıdır yanımızdan gidince ben de önüme dönerek yavaşça donumu çıkardım, çıkarırken de sağ elimle önümü kapattım… kıçımı kapatmak varken neden erkeklik organımı kapattığımı da hala anlamış değilim... ama o don çıkarma anında yer yarılsa da içine girsem diye düşündüm… ama yine ve herzamanki gibi yapacak bir şeyim yoktu…
    donumu çıkardıktan sonra rıfat’a doğru döneyim dedim ama rıfat ona da izin vermedi…

    “o şekilde bekle” dedi…

    “o şekilde bekle” sözünden sonra sol elimle de kalçalarımı kapatayım dedim…

    demez olaydım…

    rıfat,

    “her iki elinle ayak bileklerinden tutacak şekilde eğil ama dizlerini de kırma…” dedi…

    şaka gibiydi, arkamda duran adam benden eğilmemi istiyordu… evet, bu bir domalma şekliydi ki, aklıma geldikçe de utanıyorum…

    donumu bile çıkaramıyorken nasıl eğilecektim ki… ne yazık ki eğilecektim…

    arkamı dönerek rıfat’a baktım, gözlerinin içine , o da bana bakıyordu…

    başıyla yapacak bir şeyim yok gibi bir şey yaptı ya da ben öyle anlamak istedim.

    diğer gardiyanlara baktım, her biri bir kıyafetimi almış didik didik arıyorlardı, gömleğimin yakasına, pantolonumun paçalarındaki kıvrıma, kemer düğümleri, fermuar kenarları aklınıza gelebilecek her yeri arıyorlardı...

    o iki gardiyanın bana bakmadıklarını görünce bir nebze de olsa rahatlayarak rıfat'ın söylediği şekilde eğildim...

    bacak aramdan rıfat'ı görüyordum... gözgöze gelmemek için gözlerine bakmıyordum ama görüyordum...
    rıfat da bana bakıyordu, hem de en ayıp yerlerime...

    utanıyordum ama kimin umurunda...

    rıfat'ın ağzından çıkacak olan "tamam kalk"a odaklanmışken rıfat bir kez daha beni yerin dibine sokmayı istercesine...

    "ıkın" dedi..

    evet "ıkın", ne yapmak istediklerini o an anlamasam da sonradan neden yaptıklarını öğrenecektim...

    cezaevine küçük ve önemli eşyaları kıç deliklerinde taşıyanlar yüzünden bu yönteme başvurulmuştu ki, haklılar da...

    o ana kadar gözlerimi gözlerinden kaçırdığım rıfat'ın gözlerinin içine baktım...

    o da bana bakarak,

    "ıkın" dedi tekrar...

    erkekliğindne utanır mı bir insan? ben utandım... o an, erkek olduğumdan utanarak rıfat'ın söylediğini yaptım...

    "ıkındım"...

    "kalk" dedi...

    kalktım...

    "çömel" dedi...

    çömeldim...

    "ıkın" dedi tekrar...

    ıkındım...

    vücudumda dayak yemediğim bir yerim kalmamıştı ama o an yaşadığım o acı, yediğim dayakların verdiği acıdan daha keskindi... ölmekten daha beterdi desem yerinde olur...

    aslında tarifi de yok o acının, bilmiyorum aklıma geldikçe utanıyorum...

    "rıfat, hıdır'a dönerek abi donu da aradınız mı" dedi..

    "he, he fevzi bağtı" dedi...

    iki elim önümde, başım eğik bir vaziyetteydim ve utanıyordum...

    rıfat, donunu giy dedi...

    alelacele donumu giydim ama yanlış giydiğimi çok sonra öğrenecektim...

    donumu giydikten sonra sanki yeniden doğmuş gibiydim, o ana kadar eğik olan başım artık dikti..

    o an herşey bitti sanıyordum ama hıdır'la fevzi arasında geçen konuşma yeni felaketin habercisi gibiydi ki felaketti de...

    hıdır fevziye bakarak...

    "nerde galdı bu iso" dedi...

    "haber verdim, geliyor abi... "

    hıdır, diğer iki gardiyandan yaşça tecrübeli olduğundan her ikisi de abi diye hitap ediyordu...

    "eyi, gelsin de garpuza çevirsin bu puştu... "

    iso...

    "ismail" yani...

    gelecekti ve hıdır'ın dediği gibi karpuza çevirecekti beni...
    Tümünü Göster
    ···
  10. 35.
    0
    son part biraz geç oldu ama gerçekten işlerim vardı ve yoğundum...

    bu arada bütün hafta sonu buradayım bayağı yazarım...
    ···
  11. 36.
    0
    dedeme gelsin bu...

    sadece dedeme...

    http://fizy.com/#s/1aite5
    ···
  12. 37.
    0
    @211 tarihe aldanma güzel kardeşim, tarihi ilk başta doğru yazdım ama sonradan züte gelebilirim düşüncesiyle değiştirdim... hikayeyi baştan okuyanlar gerçek tarihi zaten biliyorlar...
    ···
  13. 38.
    0
    geldim...

    işlerimin yoğunluğundan fazla yazamıyorum ama her gece bir part yazmaya çalışıyorum...
    ···
  14. 39.
    0
    18 eylül 2003

    elimde siyah beyaz bir fotoğraf… dedemin giderken bana bıraktığı miras…

    fotoğrafa bakıyorum… dedem, babam, annem, sadık, elif ve ben…

    ben dedemin elinden tutuyorum, elif babamın kucağında, sadık annemin elinden tutmuş gülümsüyoruz dedem hariç …

    bir aile olarak çektirdiğimiz ilk ve son fotoğraftı bu ki, varlığından bile habersizdim o ana kadar… dedemin sakalları kısa ve siyah, başı dik ve başında kasketi, gömleğinin düğmeleri sonuna kadar ilikli, siyah yeleği, cep saatinin zinciri, bir eli yeleğinin cebinde diğer eliyle elimi avuçlamış , gözleri boncuk boncuk, yüzünde de ciddiyet hırkası…

    hepimiz gülümserken bir o ciddi, bir o… güzel dedem, dedem…

    elimde fotoğraf çekyatın yanına yaklaştım, dedeme baktım, fotoğraftaki ciddiyet yerini solgun bir yüze bırakmıştı, elleri göbeğinde bağlanmış, boncuk gözleri kapalıydı… çekyatın dibine yere oturdum… sakallarına dokundum dedemin, sakalları bile ölümün soğuk nefesini soluyor gibiydi… dedemi ilk kez böyle solgun görüyordum…

    dedemin yüzüne dokunarak, güzel dedem böyle yığılacak mıydın sen" dedim, dedem… böyle yığılacak mıydın dedem, böyle gidecek miydin? yığılmıştı ve gitmişti artık...

    şimdi uyansa da nefretini kussa diyordum ama o susuyordu... hep af dilemek istemiştim dedemden ama korkuyordum, konuyu açmaktan bile çekiniyordum... o da bunu biliyor olacaktı ki hiç açmadı konuyu... babamın, annemin ve kardeşlerimin ölümünden ben sorumluydum...

    affet beni dedem, affet… dedim ağlamayla karışık... sonra da sarıldım, öyle bir sarılıyorum ki hani daha çok sıkarsam belki kendine gelir de gözlerini açar diyordum… ama açmıyordu gözlerini, açmıyordu…

    dedeme o sarılma anında kendime ettiğim lanetleri bir ben bilirim ki, hala da ediyorum ve ben dedemi çok ama çok özlüyorum… biliyorum beni hiçbir zaman affetmeyecek ki, hakkı da ama ben de affetmiyorum kendimi…

    ben dedeme sarılı bir şekilde ağlarken bir elin omzumdan çekerek beni dedemden ayırmaya çalıştığını hissedince daha çok sarıldım, omzuma dokunan el sanki sarılma hissimi kırbaçlıyor gibiydi… daha sıkı çok sıkı sarıldım.. ben ne kadar sarılmamı güçlendirdiysem o el de beni dedemden ayırmaya kararlıydı…

    gelen yunus amcaydı, elinde beyaz bir nevresim, “kalk evlat, kalk”… diyordu bana…

    yunus amcanın evde olduğunu bile unutmuştum…

    “yunus amca” dedim,

    “dedem” dedim, ağladım…

    dedemi yunus amcaya göstererek,

    “dedem” bir kez daha… “dedem”

    “dedem diyordum tıkanıyordum, yunus amcaya “dedem öldü” diyemedim… öldüğünü söylemekten bile korkuyordum ki, yakıştıramıyordum da… ölüm bana yakışırdı da dedeme hiç yakışmıyordu… o an ben ölseydim de dedem yaşasaydı diyordum ki hala da öyle diyorum…

    yüzümle dedemi yunus amcaya göstererek,

    “dedem” dedim bir kez daha…

    dedemin sağ eli göbeğinden düşmüş çekyatın kenarında hareketsiz duruyordu…

    dedemin elini o halde görünce eline sarılarak öptüm, ağladım… öptüm ağladım… avuç içini, elini… parmaklarını öpüyordum… avuç içini yanağıma koydum, ağladım… yunus amca yanıma yaklaşınca elini diğer elinin üzerine koyarak sırtımı çekyata dayadım, başımı bacaklarımın arasına alarak lanet ettim kendime bir süre daha…

    o sırada yunus amca dedemin üzerine beyaz nevresimi örtüyordu… kendi evinde kefenini giymişti dedem… kendi evinde kendi nevresimi ona kefen olmuştu…

    çekyatın kenarında beyaz nevresimi gördükçe ağlamam pişmanlığa karıştı… keşke diyordum, keşke işe gitmeseydim bugün, keşke erken gelseydim, keşke son bir kez daha sarılsaydım, dokunsaydım o sıcak ellerine… öpseydim o güzel ellerinden… o da öpseydi beni, öpseydi… yalan da olsa o da sarılsaydı bana bir kez daha… can bedendeyken, yani ruh candayken bir saniye bile olsa dokunabilseydim dedeme… bir saniye bile olsa, bir saniye… dokunamadım, sarılamadım da ki hayatımda yaşadığım en büyük pişmanlık da o anda yaşadıklarımdır...

    yunus amca kolumdan tutup kaldırmaya çalışınca kalktım, kalktığım gibi sarıldım yunus amcaya… o da bana… omzuna başımı koyarak hıçkıra hıçkıra ağladım… ben ağladım, o sustu… ben ağladım o sustu…

    saçlarımı okşayan eli sırtıma indi, avuç içiyle sırtıma vurdu birkaç kez…

    “tamam evlat, tamam” dedi…

    o tamam dedikçe ben sarıldım, ağladım…

    “harap etme kendini”…

    “ibrahim” dedi…

    sustu…

    “ibrahim” dedi bir kez daha…

    “sahibine gitti ibrahim… ailesine gitti… evladına, gelinine, torunlarına... "

    "bırak artık evlat" dedi " bırak , huzurla uyusun"

    "bırak da kavuşsun sevdiklerine…”

    o bırak dedikçe ben gözlerimden akan yaşı durduramadım, sanki vanası bozuk bir musluk gibi akıyordu gözlerimden yaşlar…

    başımı omzundan alıp yanaklarımı avuçlarının içine aldı…

    göz göze geldik yunus amcayla, gözlerimi silmeye çalışsam da izin vermedi…

    “bırak kalsın” dedi…

    başımı eğerek yunus amca dedim…
    yunus amca dedeme bakarak…
    “yolu ışık olsun…” dedi…

    ben de dedeme baktım…

    üzerinde beyaz bir örtü… göbeğinin üzerinde de bir bıçak vardı, öylece uyuyordu…

    ben dedeme bakarken bahçeden ağlayan bir kadının sesi geliyordu… ama öyle bir ağlama ki, sanki onunla beraber yer gök ağlıyordu…
    Tümünü Göster
    ···
  15. 40.
    0
    geldim güzel kardeşlerim...

    bu gece birkaç part daha atarım...
    ···
  16. 41.
    0
    ayrıca artık uzun değil de kısa kısa yazacağım...
    ···
  17. 42.
    0
    beyaz torosun arka koltuğundan dışarıyı izliyordum... arada bir de telsiz sesleri geliyordu... daha önce de binmişliğim vardı polis arabalarına ama o zamanlar ne halt yediğimden haberdardım ve ne olacağını az çok kestirebiliyordum ama bu sefer her şey başkaydı, arabaya oturuşum, yanımdaki polisler, telsiz sesleri, şehir, şehir bile farklıydı... yanlarından geçtiğimiz arabalar, arabanın içindekiler hepsi tek ağız olmuş "taku yedin oğlum sen" diyordu... bir şey de yapmamıştım üstelik, ama yine de korkuyordum ve mutlaka yanlış bir anlaşılma vardır diye de ümit ediyordum..

    iyi de silah neyin, nesi? nerede bulmuşlar ki, bilmiyordum... içim içimi yiyordu... o an kaç dakika gittiğimizi, nerede olduğumuzu bile kavrayamıyordum artık... dışarı bakıyordum ama gördüklerimin sadece gözlerimin önünden geçiyordu, zihnimin kenarına dahi ulaşmadan gözden kaybolurdu...

    silah'ı sorsam mı diye düşündüm? ya terslerse...

    zaim komisere baktım, koltukta yan oturmuş, tespihini sallıyordu...

    "amirim" dedim...

    zaim komiser dikiz aynasından bana bakarak...

    "ne var lan" dedi..

    "silahı nerede bulmuşlar ki" dedim...

    benim evde mi? diye de ekledim...

    gözlerini kapatıp, ağzını yamultarak...

    "yok" dedi,

    bir anlık rahatladım ama o da çok sürmedi..

    zaim komiser arkasını dönerek bana baktı... o bakışta bana ana avrat gittiğinin farkındaydım ama o küfürlü bakışın daha da ilerisine giderek...

    "ebenin amında bulmuşlar" dedi..

    "amirim" dedim...

    "vallahi benim silahım yok, ben hiç silahım olmadı ki, kullanmasını da bilmem, benim ne işim olur silahla amirim, yemin ederim amirim" dedim...

    zaim komiser, tespihini avuçlarının arasına aldı, yumruğunu alnımın çatısının hizasına getirerek...

    "sana buradan bi korum, görürsün amirini, dön lan önüne lale... " dedi, ama öyle bir söyledi ki, bakışı ettiği küfürden daha tesirliydi...

    tam yine "amirim" diyecektim ki yanımdaki ayyaş dirseğini böğrüme indirerek...

    "şşşş" dedi...

    ayyaşa baktım,

    yüzüyle, yönümü çevirmemi istedi...

    zaim komiser önüne dönünce ben de kapının camından dışarıyı izlemeye başladım...

    yanımızdan sari bir taksi geçiyordu, müşterisi kim acaba? bana bakıyor mudur? bakıyorsa nasıl bakıyordur diye taksinin arka koltuğunda oturana baktım...

    bakmaz olaydım...
    ···
  18. 43.
    0
    geldim...

    birazdan bir part daha atarım...
    ···
  19. 44.
    0
    donumu giymiş, hıdır'la yanındaki uzun boylu esmer gardiyanın kıyafetlerimi bana teslim etmelerini bekliyordum... aklımda da "iso" vardı?

    kimdi bu?

    "karpuza çevirsin" dedikleri nasıl bir şeydi ki, işkence türü mü acaba... yediğim onca dayaktan sonra düşünebilme yetimin varlığıyla az da olsa mutlu oluyordum zira her tarafım ağrı içinde ve bazı yerlerimde kurumuş yara izleri vardı...

    çift kale maç mı yapacaklar benle, iyi de öyle olsa "top'a çevirsin derdi" ama o şişko hıdır "karpuza çevirsin" demişti... aklımın en ücra köşelerine düşün komutu göndersem de oralı bile olmuyordu... yüzde yüz "top gibi sekecek" beni bunlar, bari kıyafetlerimi giyeyim de vurdukları tekmelerin acısını daha aza indirgeyeyim diye de düşünüyordum...

    hıdır, pantolonu bitirmiş, odanın ortasındaki tahta masaya bırakmıştı; elinde de atlet vardı. diğer uzun boylu, hırkayı masaya bırakmış elinde de gömlek, gömleğin her tarafını yeniden dikiyor gibi kayda değer şeyler arıyordu...

    rıfat'a kendimi göstermek için öksürme numarası yaptım...

    yalandan öksürüğüm işe yaramış rıfat bana bakıyordu ama hesapta olmayan bir şey olmuştu, hıdır ve diğer gardiyan da bana bakıyordu...

    hıdır, öksürük sesime geçmiş olsun mahiyetinde "geber" dedi; ama öyle bir söyleyiş şeklini aylarca denesem de yapamam... ve eminim ki hıdır'dan başkası da yapamaz...

    neden derseniz şöyle açıklayabilirim...

    "g" harfi, sarı dişlerinin arasından dökülürken ses telleri tarafından tecavüze uğradığı barizdi...
    "e" harfine gelince, "i" harfini kendine metres yapmış, "y" adında da bir veled-i zinası olduğu aşikardı...
    "b" ve "e" harfleri meskun mahalledeki efendi kızlardı...
    "r" harfine gelince bunu tarif etmek gerçekten zor, ama şöyle anlatayım sanki biri "r" harfini dağa kaldırmış da ki, bu dağ da toros dağları olsun, orada adını söyleye söyleye ırzına geçiyordu...

    nasıl yazabilirim diye çok düşündüm ama az çok bu şekle benziyordu...

    "gieyeberrrrrrrrrrr" tabii buna bir de hıdır'ın ses tonunu ve şivesini eklemekte fayda var...

    diğer uzun boylu esmer gardiyan hıdır'ın "geçmiş olsun"una sırıtmakla yetindi...

    rıfat, önce hıdır'a sonra da bana baktı ki, benim istediğim de buydu...

    rıfat bana bakınca göz işaretiyle pantolonları gösterdim...

    "dudaklarını altlı üstlü dışarı kavisleyerek, başını salladı" bu, "pantolonlarını giyebilirsin" manasına geliyordu...

    mühendis adamdı, anlayacaktı tabii...

    ben tam pantolonları giymiş atleti beklerken, içeriye elinde çantayla bir adam girdi..

    kısa boylu, hafifçe şişman, kel, bıyıklı ve esmer bir adamdı...

    kel ve bıyıklı olması sorun değildi de esmer olması korkmama yeterdi...

    "iso" dedikleri bu olsa gerek... elindeki çantada ne vardı bilmiyordum ve az da olsa tedirgindim aslında az da değil çok...

    acaba ne yapacaklar bana... elindeki çanta neydi peki, bir gözüm adamda bir gözüm de hıdır'ın elindeki atletteydi...

    ne olur ne olmaz diye hemen hırkayı giydim...

    adam yaklaştıkça çift kale maça top olmak korkusu ağır basıyordu...

    esmerdi adam...

    ve kel...

    ama bu adamda farklı bir hava vardı, yürüyüş şekli ve yüz hatları kötü bir adama benzemiyordu, "hem belki de kötü değildir... bütün esmerler kötü olacak değil ya" diye geçirdim içimden...

    geçirmez olaydım...
    Tümünü Göster
    ···
  20. 45.
    0
    @241 en son izlediğim film, orta 2'ye giderken trt 1'de izlediğim bir arkası yarın dizisiydi, film sayılır mı bilmem ama gerçekten oydu... filmin baş karakteri salvador'du ki, hala da arıyorum tekrar izlemek için ama bulamıyorum...

    kitaptan araklama diyecekler için de peşinen yazayım, kitap okumaktan nefret ederim, şu yaşıma kadar okuduğum kitap sayısı 2 (iki)yi geçmez ki, yaşım da otuziki... onları da ilkokulda öğrermenin zoruyla okumuştum...
    ···