1. 1.
    +7 -4
    çok uzun bir hikaye umarım dinleyen olur...

    aslında başlığa altı sene, sekiz ay ondört gün kodeste yaşadım diye isim verecektim ama uzun diye vazgeçtim; neden kodes dedim, ben de bilmiyorum ama yaşadığım onca zulmü "cezaevi" olarak adlandırmak istemezdim...

    her neyse,

    orada yaşadığım zulmü hiçbir yerde yaşamadım, hem de aylarca veya günlerce değil, senelerce... ailem yoktu ama mahalleden tanıdıklarım geliyordu, görüştürülmedim... hücre cezası yedim, dayak yedim, kan kusturuldum, kulaklarımdan kan gelinceye kadar dövdüler beni , öldürmeye çalıştılar, ölmedim... yediğim dayaklardan ötürü, günlerce yarı baygın yattım. çay verdiler, çayıma işediler, yemek verdiler, yemeğime tükürdüler. sigara verdiler, dişlerimi döktüler...

    dışarıyla, yani hayatla bütün ilişkimi kestiler, yıllarca televizyon seyredemedim, radyo dinleyemedim, gazete okuyamadım...

    tam yirmibir kez, firar girişiminde bulundum, çorba kaşığıyla tünel kazıdım, çatalla duvar deldim, yakalandım. saatlerce falakaya çekildim, dövüldüm... tünel kazıdığım çatal-kaşığı tutamaz hale geldim,. haftalarca yürüyemedim ama direndim, direnmeliydim de zira yaşamalıydım...

    bir gün için, tek bir gün için yaşamaya çalıştım... ta ki lokman abiyle tanışana kadar... onunla tanıştıktan sonra yaşadım, hep yaşadım...

    Hikayeyi bu linkten okuyabilirsiniz...

    http://inci.sozlukspot.co...anlat%c4%b1yorum/@cassiel

    bu bana...

    http://fizy.com/#s/126c94

    bu da dedeme...

    http://fizy.com/#s/1aite5
    ···
  2. 2.
    +4
    adam tatar ramazan.
    ···
  3. 3.
    +4
    esaretin bedeli terk.
    ···
  4. 4.
    +3
    18 eylül 2003…

    elimde ekmek, içimde korku dedeme sesleniyorum ama öyle bir sesleniş ki, hani taş olsa sesimin çığlığından ikiye ayrılırdı ama yok sesime ses veren, sesimden başka hiçbir ses yoktu... mavi demirli kapıyı açar açmaz içeri koştum, kapıyı öyle hızlı açmışım ki, kapı önce duvara sonra omzuma çarparak durabilmişti... o an omzuma çarpan kapının farkında bile değildim ama günler sonra omzumdaki acıyı farkedecektim...

    duvarlara çarpa çarpa eve girdim; evin girişinde hemen sol tarafta mutfağımız vardı, önce acaba mutfakta mı diye baktım, orada da kimse yoktu, bir kez daha bağırdım orada "dedeeee" diye yine sesimden başka hiçbir ses yoktu işin taktan tarafı içinde korku olunca sesinden bile ürküyorsun artık. evin salonuna koştum... evet oradaydı dedem, başı eğik bir vaziyette çekyatta oturuyordu... üzerinde siyah ceketi, başında da kasketi vardı; öylece oturuyordu ama gelişimden haberi bile yok gibiydi...

    dedemi orada öyle görünce korkuyla karışık yaklaştım... tekrar "dedeee" diye bağırdım ama kısık bir ses tonuyla...

    kötü giden bir şeylerin varlığı dedemin hareketsizliğinde gizliydi, ne bir hareket ne de ses vardı... duymuyor muydu beni, görmüyor muydu, bilmiyordum ama bilmek istediğim sadece uyuyor olmasıydı... elimdeki ekmeği dedemin yanına bıraktım, dedemin önünde eğilerek elini tuttum... ölümün soğuk yüzüyle o an tanıştım... parmakları buz kesmişti sanki... hayır dedim kendi kendime, hayır dedim, hayır... olamaz, olmamalı da... şu hayatta, yaşadığım onca acıya rağmen beni bir dakika olsun ekgib bırakmayan bu dağ gibi adam, bugün de beni ekgib bırakmaz, bırakmamalı da diyordum... "dede" diye bağırıyorum, "dedeem, dedem" diye ama sadece dediğimle kalıyordum, hiçbir hareket yoktu, yaşamsal belirti de... elini öperek sol tarafına oturdum... sakallarına dokundum, sarıldım... dedemin eğik başı omzuma düşünce bütün ev üzerime yıkıldı, tutamadım kendimi orada, dede diye ağlamaya başladım... daha sıkı sarıldım, beyaz sakallarına avuç içimle dokunuyordum, aç diyordum gözlerini aç, dede aç gözlerini, gözlerini aç... ben geldim dede, ben, hayırsızın... soğuk eli dudaklarımda, öylece yığıldım dedemin kucağına... öylece, ekgib yarım ve bir hiç olarak yığıldım…

    şimdi ne yapacaktım ki? artık olmayacak mıydı? gömecek miydim dedemi, toprak mı olacaktı… olmamalıydı ama olacaktı… yine her zamanki gibi yapacak hiçbir şeyim yoktu diyecektim ki, hala öyle diyorum; ama aslında yapacak çok şeyim vardı… kendimden bile gizlediğim gerçekler… yapacak hiçbir şeyim yoktu, dedemi gömecektim hem de kendi ellerimle…

    dedemin dizlerinde ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum, kendime geldiğimde ilk iş yunus amcayı aramak oldu, yunus amca dedemin ahretlik dediği arkadaşıydı…

    şu an hala yaşıyor…

    telefonumu elime aldım, yunus amcayı arayacaktım… telefon rehberini baştan sonra tarıyordum ama yunus amcayı bir türlü bulamıyordum… yunus amca kayıtlıydı eminim ama ben bir türlü bulamıyordum…

    birkaç denemeden sonra yunus amcayı aradım, telefonun çalma sesi yerini yunus amcanın “alo” sesine bırakınca istemsizce ağlamaya başladım…

    dedem, diyorum… ağlıyorum… dedem diyorum ağlıyorum, allah kimseye yaşatmasın o anı… bir türlü konduramıyorsun ölümü, yakıştıramıyorsun…

    yunus amca, benim ağlamayla karışık dedem sözlerinden sonra telefonu kapattı o telefonu kapatınca ben de salonun ortasına yığıldım…

    iki elimle telefonu sıkıyorum ağlıyorum, dedeme bakıyorum ağlıyorum… dedemin başı sol omzunda dedemi o halde görünce yanına gidip başını omzuma koydum, ben de başımı onun başına yasladım… orada bir kez daha elini öptüm, çok geçmeden yunus amca girdi içeri…

    yunus amcayı görünce daha şiddetli ağlamaya başladım, yunus amcamın o anki hali hiç aklımdan gitmiyor…

    dedeme bakıyor, yüzünü çeviriyor… dedeme bakıyor yüzünü çeviriyor o da konduramadı belli ki… gitmekle kalmak arasında sabukluyordu…

    yunus amca diyorum, dedem diyorum ağlamayla karışık, o hâla sessiz… dedeme yaklaştı, tek bir cümle çıktı ağzından…

    ibrahim dedi…
    “gittin ha”

    o gittin kelimesi benim ağlama şiddetimi ve dedeme sarılma halimi kırbaçlamış gibiydi, daha şiddetli ağlıyor ve daha şiddetli sarılıyordum…

    elimi dedemin sakallarından çekti, dedemi çekyata yatırmaya çalıştı ben öylece bakıyordum…

    yunus amca dedemi çekyata yatırırken, çekyatın kenarından bir fotoğraf düştü…

    o fotoğrafta dedemin bana yıllarca sakladığı konuşması vardı… kin miydi, nefret mi bilmiyorum ama ben kendimden utanıyordum, ona ve ailesine yaptıklarımdan ötürü de vicdan azabı çekiyordum…

    kahrolası benliğim ve bencilliğim o fotoğrafın her karesinde gizliydi…

    ne mi vardı fotoğrafta; bir tarafında cennet, bir tarafında da cehennem, bense omzumda cehennem ateşi, cenneti ateşe vermeye gidiyordum…

    yaptım mı, yaptım...

    cenneti, cehenneme çevirdim mi, çevirdim...

    yalnız şunu bilin ki, şu an bunları yazarken bile kendimden utanıyorum... ölüm çare değil ve biliyorum öyle kolay da olmayacak benim ölümüm...
    Tümünü Göster
    ···
  5. 5.
    +1 -2
    şimdi düşünüyorum da eğer o zaman kodeste yaşayacaklarımı bilseydim kaçar mıydım oradan, en azından denerdim... denemek isterdim daha doğrusu...

    yirmidört yaşında kimsesi olmayan bir adamdım… her gece meyhaneci rıfkı’nın meyhanesinde demlenir o yaşıma kadar yaşadıklarımı unutmaya çalışıyordum ama yine de unutamıyordum…

    kolay da değildi unutmak, zira ailemi bir hiç uğruna, hem de benim yaptığım bir hata sonucu kaybetmiştim…

    dedem, soyundan kalan son torununu da kaybetmemek için, o çok sevdiği toprağından koparak istanbul’a gelmişti... hem de bana sahip olmak için...

    babamın evini, kendi evini ve arazilerini satarak istanbul’da iki arsa almış… iki arsanın üzerine de iki gecekondu yaptırmıştı… gecekonduların inşaatında kendi de çalışmıştı… birisini kiraya vermiş, birisinde de biz oturuyorduk…

    dedemin yüzüne bakamıyordum, bakmak da istemiyordum zira benim yüzümden oğlunu, gelinini ve iki torununu kaybetmişti… ve evet, ben de ailemi kaybetmiştim ama ben kendim düşmüştüm, düşerken de dedemin elinden tutup bataklığın içine sürüklemiştim… işte en çok da bu kahrediyordu beni…

    dedemle yaşadığım beş yıl boyunca konuşmasını bekledim, “neden” diye sormasını bekledim ama konuşmadı, hiç konuşmadı ta ki iki yıl öncesine kadar…

    18 eylül 2003…

    akşam saat 7 gibi… işten çıkmış eve dönüyordum, kucağımda bir ekmek, bir de onun çok sevdiği karpuz… kapıyı çaldım, açan yok… oysa bu saatlerde dedem bahçendeki çekyatta uzanmış beni bekliyor olurdu… o akşam yoktu, bahçede görmeyince haberleri izliyordur diye düşündüm…

    kapıyı çaldım, açan yok… seslendim “dedeee” diye, ses yok… tepki de yok…
    sesimin sessiz kalması beni fazlasıyla ürkütmüştü… karpuzu yere bırakarak cebimden anahtarı çıkararak kapıyı açtım, içeri koştum…

    konuşacak diyordum bir gün, yüzüme vuracak… aşağılayacak da beni diyordum ki, hakkı da...

    oğlunun, iki torununun ve gelinin ölümüne sebep olan bu aşağılık adamı yerden yere vursa da hakkıdır diyordum ama bu kadarını da beklemiyordum…
    ···
  6. 6.
    -2
    hadi beyler http://mucip.sozlukspot.com/ girin üye olun 1.nesil yazar olun beyler.(üyelik açık)hadi beyler http://mucip.sozlukspot.com/ girin üye olun 1.nesil yazar olun beyler.(üyelik açık)
    ···
  7. 7.
    -2
    ellerim kelepçeli, yüzüm yerde ne yaptığımı düşünüyorum ama hiçbir şey aklıma gelmiyordu, bir şey de yapmamıştım ama odamdaki polislerin ve tabancalarının esmerliği, kötü şeylerin habercisi gibiydi…

    dün geceyi düşündüm, rıfkı’nın meyhanesindeydik... hilmi, cevat, arif ve ben beraber ziftlenmiştik… acaba meyhanede kavga falan mı çıktı diye düşünüyordum ama yoktu öyle bir şey… her zamanki gibi hesabı alman usulü ödemiş, sonrasında rıfkı abi’den bir bira alarak eve gelmiştim… bu kadardı, bundan sonrası yok hafızamda ki, zaten olması da gerekmiyordu… her zaman yaptığım gibi eve gelip, zıbarmıştım…

    ben bunları düşünürken sağ kolumdaki bıyıksız pardösülü adam beni itekleyerek salona zütürdü… salonda gördüklerim biraz önce yaşadıklarımdan farksızdı… odadaki her şey salonun ortasında yağmalanmış öksüz gibi bana bakıyordu… her taraf dağılmıştı, onlarca polis dağıtmaya da devam ediyordu…

    üniformalı polislerin yanında birkaç adam daha vardı ama üzerlerinde polis üniforması yoktu, sonradan sivil polis olduklarını öğreneceğim o adamlar bir şeyler aramak yerinde dağıtmaya, yakıp yıkmaya gelmiş gibilerdi…

    salonun halini görünce yatak odasının kapısından koltukta oturan bıyıklı polise baktım, sağ elindeki sigaranın dumanı gözlerini yakmış olacak ki, sağ gözünü kapatmış; sol eliyle de ağzındaki kürdanı dişlerinin arasında gezdiriyordu… diğer beyaz pardösülü bıyıklı adam da koltukta yayıla yayıla oturan adamın kulağına eğilmiş bir şeyler fısıldıyordu… ona baktığımı görünce sağ elindeki sigarasını ağzına zütürdü, kapalı olan gözünü açarak, kulağına fısıldayan beyaz pardösülü adama, beni işaret ederek bir şeyler söyledi… o işaretten sonra ben hiçbir şey olmamış gibi ve görmemiş gibi önüme baktım…

    sağ kolumdaki bıyıksız adam, kolumdan çıkarak sivil polislerden birisini yanına çağırdı. ne konuştuklarını bilmiyorum ama sivil polis, o konuşmadan sonra belinden bir bıçak çıkardı, öyle küçük bir bıçak da değil, siyah kabzalı ve uzun bir bıçak, diğer arkadaşını da yanına çağırarak odadaki koltuğu ve çekyatları işaret etti, diğer arkadaşı da belinden bir bıçak çıkardı… bir an beni bıçaklayacaklarını düşündüm ama o işaretlerin ucunda koltukların oluşu korkumu biraz olsun hafifletmişti…

    biri çekyatın, diğeri de koltuğun döşemelerini yarıyordu… “ne yapıyorsunuz” diyerek adamlara müdahale etmeye çalışsam da yetişemeden durduruldum… hem de enseme şaplağı yiyerek…

    beyaz pardösülü bıyıksız adam tarafından yediğim şaplağın intikdıbını alırcasına, kolunu omzumla ittim, üniformalı bu hareketime karşılık beni itekleyerek üniformalı polislerin durduğu tarafa ittirdi… iki polise de dönerek “alın zütürün bunu” dedi..

    üniformalı polislerden beyaz tenli, kısa boylu olanı “emredersiniz amirim” diyerek koluma girdi… diğer arkadaşı da diğer koluma girerek beni dışarıya çıkardılar fakat dışarısı içerden de beterdi…

    asıl kıyamet sokaktaydı,

    bütün mahalleli sabahın köründe uyanmış, bir suçlu bekler gibi benim evden çıkarılışımı bekliyordu… dünyanın en kabahatli suçunu işleyen bir suçlu gibi bakıyorlardı bana, o bakışlar karşısında ne yapacağımı şaşırmıştım, başımı eğsem mi diye düşünürken gözlerim belki bir tanıdık görür diye, etrafa bakındım ama yok, tanıdık hiçbir yüz yoktu… suçlu gören gözlerden başka hiçbir şey yoktu…

    mahalleli, film izler gibi beni ve polislerin hareketlerini izliyordu…

    iki yanımda iki polis, ellerim de kelepçeli zütürülüyordum…

    zütürülüyordum da nereye…

    ölüme, aslında ölümden de öteye...
    Tümünü Göster
    ···
  8. 8.
    +1 -1
    2005 yılının sonbaharıydı... evimde geçirdiğim son gece. o gece eve geç gelmiştim, mahalledeki arkadaşlarla, meyhaneci rıfkı'nın meyhanesinde buluşmuş; bir yetmişlik, bir de otuzbeşlik devirmiştik... yanıma da cila niyetine bir bira almıştım, tabii o zamanlar yirmilik diye bir rakı şişesi yoktu... olsaydı bir yirmiliği de yolda kafaya dikerek eve gelirdim herhalde... her neyse, gece eve nasıl geldiğimi hatırlamıyorum bile, hatırladığım tek şey kapıma konan tekmenin sesi ve kapının duvara çarpma sesiydi, yatağımdan yarı baygın bir şekilde kalktım, zaten yataktan kalktığımda beynimden vurulmuşa dönmüştüm...

    odamda beyaz pardösülü üç adam gözlerini bana dikmiş öylece bekliyorlardı, üç beyaz pardösülü adamdan ikisi bıyıklı idi çok geçmeden yanlarında onlarca üniformalı polis geldi... esmer tabancalarının nişangahında da ben vardım, yanı alnımın orta yeri...

    rüya ile gerçek arasında tıkanıp kalmıştım... gerçek olması için hiçbir sebep yoktu belki ama adamlar, 'ay'sız gecelerin karanlığı kadar gerçekti...

    "yat, yat, yat" diye bağırışmalar içerisinde kalmıştım... ellerimi havaya kaldırıp "ne oluyor" diyebildim sadece... ne olup bittiğini anlamıyordum ama adamların yüzündeki ciddiyet, tabancalar kadar esmerdi...

    tek tek hepsinin yüzüne baktım, adamları görmüyordum bile, sadece tabancaları gözlerimin nişangahındaydı...

    bıyıksız olan, ayakkabısıyla yatağın üzerinde çıkıp; "yat lan, yat" diye bağırdı, kendimi korumak için ellerimle ve kollarımla yüzümü kapattım... "yat lan, yat, dön, dön, dön" diye bağırışmalar kulaklarımı bir mermi gibi deliyordu... birden soğuk bir elin, sağ bileğimi kavradığı gibi çevirdiğini hissettim, kolumda müthiş bir acı vardı ama yaşadığım korku acıyı bastırıyordu... birkaç hamleden sonra yatağa yüzükoyun yatırdı beni... sağ ayak dizini sırtıma koyarak tüm ağırlığıyla sırtıma bastırmaya başladı, tabancanın kabzasıyla da kafamı yastığa gömmeye çalışıyordu sanki... o an ne sırtımda ne de kafamda hiçbir şekilde acı yoktu, hissetmiyordum bile çünkü ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum... sağa sola hareketler ederek kurtulmaya çalışsam da başaramadım... sırtıma diziyle bastıran adam gibi diğerleri bağırıyorlardı ama hiçbirini duymuyordum... sırtıma diziyle bastıran, sağ elimle, sol elimi belimde birleştirerek soğuk kelepçeleri geçirdi... üzerimden kalktı... silahını beline koydu... sağ eliyle omzumdan tutarak, yalnız öyle bir tutuş ki omzumdaki kemiklerin ağrısını beynimin çeperlerinde hissediyordum... sanki eliyle omzuma tecavüze yelteniyor gibiydi... omzumun daha da sıkarak kaldırmaya çalışınca, bağırmaya başladım...

    "ne oluyor lan, ne yapıyorsunuz, ne yapıyorsunuz... diye ama bıyıksız olan, omzuma yumruğu indirerek ve de itekleyerek "kalk lan, kalk, kalk, kalllk," diye geçiştirdi...

    bıyıksız olan zorla da olsa doğrultu beni... omuzumu silkeleyerek bıyıksız olandan kurtulmaya çalıştım ama nafile... sadece "bırakın beni" "bırakın" diye silkeleyebildim biraz...

    acaba rüyada mıyım diye düşündüm bir an ama değildim, zira odanın ortasında ellerim arkada kelepçeli bir şekilde bekliyordum...

    kolumdaki bıyıksız olan adam, yatağın beş altı adım ilerisindeki koltukta oturan adama dönerek;

    -ne yapalım abi, dedi...

    sonradan baş komiser olduğunu öğreneceğim bu adam, dedemden kalma koltuğa oturmuş ağzındaki sigarayı yakmaya çalışıyordu... sigarasını yaktı, sigarasını yaktığı kibrit çöpünü sigarasıyla beraber dişlerinin arasına aldı, sigarasından bir fırt çekti, dumanını yüzüme doğru üfleyerek "zütürün" dedi...

    sadece zütürün,

    işte her şey o adamın ağzından çıkan dumanla karışık "zütürün" lafıyla başlayacaktı...
    Tümünü Göster
    ···
  9. 9.
    +2
    BU YiNE ÜFLEDiMi LAN
    ···
  10. 10.
    -1
    geldim,

    @89 voltanın yönü yoktur, volta arkadaşının yönü vardır...

    voltada kural bellidir, "bütün olmak"...

    bütünlüğü bozmak, bütünlüğünü bozmaktır... yani adamlığı/nı bozmaktır...

    voltanın raconuna da terstir...

    her neyse...
    ···
  11. 11.
    -1
    6 sene gazete okumadın geldin incide yazar mı oldun *
    ···
  12. 12.
    -1
    iki yanımdaki iki polisle, polis arabasına yaklaşırken yanımıza, yanımdaki polislerden daha yaşlı, uzun boylu ve uzun paltolu, bıyıklı bir adam geldi, elindeki telsizden polis olduğu anlaşılıyordu... yüzünde sert çizgiler vardı ve esmerdi...

    yanımdaki polislere adımı söyleyerek,

    "cass mi bu" dedi...

    sağ kolumdaki beyaz tenli polis,

    evet amirim diye cevap verdi...

    uzun paltolu polis, “zütürün” manasında arabayı işaret ederek, elindeki telsizi kulağına zütürdü...

    iki kolumdaki polislerce arabaya doğru zütürülürken uzun paltolu polisin yaptığı telsiz konuşmasını duyuyordum...

    "4540 merkez"

    "merkez dinliyor amirim."

    "malum şahsı evinde yakaladık, geliyoruz."

    "anlaşıldı, amirim"

    beyaz toros’un arka kapısından arabaya bindirildim… iki kolumdaki iki polis beni arabaya bindirdikten sonra arabanın her iki arka kapısının yanında beklemeye koyuldular...

    çok geçmeden yanıma sokakta görsem ayyaş diyeceğim bir adam oturdu, onu da benim gibi yakalanmış biri sanıyordum ama o da polisti... yanıma oturunca belindeki silahının kabzası görünüyordu ve elleri kelepçeli değildi..

    yanıma oturan ayyaş görünümlü polise dönerek,

    “neden zütürüyorsunuz beni, ne yaptım ki ben” dedim…

    yüzüme bile bakmadan” merkezde öğrenirsin” dedi…

    sen umursamıyorsan ben de umursamam dedi kendi kendime, içimden de "nasılsa yanlışlıkla beni zütürüyorlar akşama bırakılırım" diye geçiriyorum...

    arabanın camından dışarıda olan biteni izlemeye koyuldum… bütün mahallelinin gözü arabanın camından gözlerimi dövüyordu… mahalleliyle göz göze gelmemek için, arabanın sağ tarafındaki cama döndüm…

    biraz önce telsizle konuşan adamın yanına, yatak odasındaki koltukta oturan beyaz pardösülü bıyıklı adam geldi… dişlerinin arasında sadece kibriti vardı, sigarası yoktu… uzun paltolu adamla bir şeyler konuştuktan sonra uzun paltolu polisin yanından ayrılarak öndeki torosa bindi… uzun paltolu adam da benim olduğum arabanın ön koltuğuna oturdu…

    dikiz aynasından bana bakıyordu…

    o gözlerimin içine baktıkça ben de inatla onun gözlerinin içine bakıyordum…

    cebinden bir sigara çıkardı, tekel 2000 içiyordu… ceplerini karıştırdı ateş bulamayınca arabanın çakmaklığına bastı…
    gözlerini yine bana dikerek, siyah bıyıklarının ortasını kaşıdı…

    “arif nerede” dedi…

    "bilmem, evdedir" dedim...

    alaycı bir ses tonuyla...

    "he, he evdedir... " dedi...

    o sırada tık diye bir ses geldi, torpidodaki çakmaklık ısınmıştı, çakmağı alarak sigarasını yaktı... sigarasından bir fırt alarak arkasına döndü...

    yanımdaki ayyaşa dönerek,
    -"cafer nerede oğlum ya" dedi...
    "içerde amirim"
    -"çağır da, gidelim... ne bekliyor hâlâ"
    yanımdaki ayyaş, arabadan inmeye hazırlanırken, uzun paltolu...
    "ismet burada kalsın, sonra da morga gitsin" dedi...

    ayyaş bir şey demeden ayrıldı...

    dikiz aynasından uzun paltolu polise bakıyordum, dikiz aynasından ona baktığımı görünce...

    biraz öncekinden daha sert bir ses tonuyla...

    -"arif nerede lan" dedi...

    "bilmem, evde yok mu amirim" dedim...

    arkasını döndü, gözlerimin içine bakarak...

    -"niye öldürdün lan" dedi...

    uzun paltolunun yüzünde de, sesinde de, bakışında da benim katilliğimin resmi vardı...

    oysa kimseyi öldürmedim ben...

    donup kalmıştım, ne cevap vereceğimi de şaşırmıştım...

    "kimi" dedim sadece...

    "kimi"

    kimseyi öldürmemiştim ve öldüremezdim de ama keşke öldürseymişim...
    Tümünü Göster
    ···
  13. 13.
    +1
    yer de ağlasın gök de, öyle ya değirmenci ibrahim'in hayatı, öğütülmüş bir buğday tanesiydi şimdi...

    toprağa verecektik ve toprak olacaktı bedeni... peki ya adı, o da toprak olacak mıydı? sanmam... değirmenci ibrahim'in torunu yani ben, vefasız bir adam, ailesinin katili... alnımda geçmişin kara izleri...

    dedemin ak örtüsüne bakıyordum, sonra bıçağa...

    saplasam mı kendime diye düşündüm, deşsem mi bağırsaklarımı? iyi de, kirli kanım hangi günahımı temizler ki?

    öldürsem mi kendimi?

    neye yarar, ölüm aklar mı ki beni?

    peki ya vefa borcu?

    vefa borcu dedikleri neydi ki?

    dedemi toprağa vermek mi? böyle mi aklanacaktım ben, böyle mi af dileyecektim değirmenci ibrahim'den...

    bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum, zihnimle adeta bir savaşa girmiş gibiydim, ölüm bana yakışırdı da dedeme asla diyordum...

    salonun ortasına öylece yığıldım...

    ellerimi bacak aramda birleştirip odanın tavanına baktım...

    ağlamayla karışık "oradaysan" dedim, al canımı, dedemi yaşat, dedemi yaşat, yaşat dedemi... benden al ona ver, ona ver ömrümü... ömrümü ona ver... bunları söylerken istemsizce vücudum öne ve arkaya doğru gidip geliyordu... tavandan bir ışık ya da bir ses bekliyordum ama ne ses ne de bir ışık belirdi... tavana dikili olan yüzümü omzuma gömerek, "oradasın biliyorum" dedim... biliyorum... ona ver ömrümü... ömrümü ona ver... olmayacak bir şey istiyordum biliyorum ama yine de söylemek istedim ve galiba biraz da aklanmak istedim ve fakat kendim söyledim, kendim duydum... ha bir de yunus amca vardı...

    yunus amca saçlarıma dokunarak yanıma oturdu...

    eliyle yanaklarıma dokunarak kendine doğru çekti...

    "yüzüme bak" dedi,

    bakmadım...

    "evlat" dedi...

    "hayat bir ağaca benzer, ölüm de gölgesine... ölüm sırası bugün ibrahim'de ise yarın da bana uğrayacak, sonra sana, sonra da diğerlerine... "

    yunus amcanın yüzüne baktım, ellerini yüzümden çekerek "ama şunu da unutma" dedi, "ağaçlar her zaman bakidir... " "ibrahim" dedi sustu, yüzünü yüzümden çekerek... "sende de, bende de ömrümüz yettiğince yeşerecek... "

    "ne yapacağım ben yunus amca" dedim,

    "ne yapacağım"

    "yaşayacaksın" dedi...

    "dedeni de kendinle yaşatacaksın"

    "yunus amca" dedim...

    omzuma birkaç kez vurarak, haydi kalk dedi, "toprak, ağacı bekler... " omzumdaki yüzüne yanaklarıma dokunarak dur dedim, dur da ağlayayım şurada... dur da aklanayım, dur da af dileyeyim tabii bunları kendi içimden söylüyorum... o duymuyor...

    tam o sırada "hayriye" teyze geldi feryat figan...

    çekyata baktı, bana baktı...

    hayriye teyze iki eliyle ağzını kapattı... feryat figanı kesilmişti ama yüzündeki ifade yeryüzündeki bütün ağıtların güftesi gibiydi...

    "yavruuum" dedi... yavaş adımlarla bana doğru geldi, yüzü çekyattaydı...

    annem değildi, teyzem de değildi ama bir anne şefkati kadar yakındı bana...

    hayriye teyzeyi görünce bir hışımla ayağa kalkıp hayriye teyzeye doğru gittim...

    "hayriye teyze dedim... " başımı omzuna koyarak ağladım... o sarıldı ben ağladım...

    hayat dedikleri buysa hayatım heba olmuştu artık... hayatta dek dayanağım olan dedemi de kaybetmiştim, artık dayanıksız ve kalkansızdım... ve biliyordum artık hiçbir söz getirmeyecekti geri, hiçbir söz, hiçbir söz dedemin gözlerine fer olamayacaktı...

    toprak olacaktı dedem...

    toprak...

    keşke olmasaydı...
    Tümünü Göster
    ···
  14. 14.
    -1
    cezaeviyle ilk tanıştığım gün. o gün, hayatımın dönüm noktasıydı. beş günlük gözaltı süresinin sonunda "istanbul ağır ceza mahkemesi", nöbetci hakimliğince tutuklanarak "bayrampaşa ceza evi"ne getirildim.

    bayrampaşa ceza evine adımımı atar atmaz işkenceyle tanıştım...

    üç gardiyan, ikisi uzun boylu, biri kısa boylu ve şişman... uzun boylulardan biri esmer, diğer beyaz tenli idi... esmer olan şiveli konuşuyordu, daha doğrusu şiveli küfür ediyordu... diğerlerinin konuşma şekli ve küfür şekli ona göre daha düzgündü... üç gardiyanın da elinde sopaları vardı.

    Onlarca, ya da devletçe ellerindeki coptu ama bana göre sopaydı…

    işlemlerimin çabuk bitmesi için söyledikleri her şeyi yapıyordum, gerçi yapmasam ne olacaktı ki, onlar zaten yapmak istediklerini bir şekilde yaptırıyorlardı...

    gözaltında geçirdiğim o 5 gün insanlıktan çıkmıştım ve biran önce televizyonlardan izlediğim o sazlı, türkülü koğuşlara gitmek istiyordum...

    üç gardiyan, ortalarına beni alarak bir bilinmeze doğru yürüdük, cezaevindeki işkenceli günlerim o yürüme anına başlamıştı bile, sol yanımda yürüyen esmer gardiyan elindeki sopayla baldırıma vuruyor, küfürler savuruyordu…

    esmer olan memleketimi söyleyerek,

    ankara ha (ankaralı değilim, memleketimi yazmak istemediğimden ankara yazdım), vay puşt... hem de (ilçe)’li… ilçenin adını söylerken, ayak bileğime bir tekme de orada yedim…

    -hıdır, bah hele, bu puşt ankara'lı

    hıdır dediği sağ yanımdaki şişman ve kısa boylu olandı, sarı dişleriyle gülümseyerek görür o şimdi “ankara’yı... ” dedi o da sağ baldırıma sopasını indirdi…

    attığı sopaları, küfürleri umursamıyordum bile…

    uzunca bir koridordu, koridor, bir sığınağa benziyordu, soğuk ve kasvetliydi… koridorun en sonundaki bir odaya girdik… odanın ortasında ahşaptan yapılmış uzunca bir masa vardı, tam olarak masa değildi ama masayı andırıyordu…

    halı saha maçlarına giden varsa bilir, hani soyunma odalarında oyuncuların oturması için oturaklar olur, duvara dayalı olanlardan işte bu duvara dayalı değil de odanın ortasındaydı…

    esmer olan, sol omzuma sopasını indirerek beni odanın ortasında bulunan ahşap oturağa doğru itekledi…

    oturmamı istiyorlar diye düşünüp ahşap oturağa oturdum, oturmaz olaydım...

    esmer olan,

    “babanın yatağı mı lan o, yavşak, kalk oradan” diye hiddetlenerek üzerime doğru yürüdü, saçımdan tuttuğu gibi beni diğer gardiyan arkadaşlarının ayaklarının önüne fırlattı…

    hıdır, yani şişman olan karnımın iç kısmına tekme atarak,

    “kalk lan ayağa” diye bağırdı…

    sol gözümün tamdıbını, sağ gözümün ise yarısıyla görebiliyordum, dudağım patlak, üstelik aklım da başımda değildi…

    gardiyanların yaptığı hiçbir şey umurumda değildi, umursamıyorum ya da farkında değildim… sadece uyumak istiyordum, uyumak ve unutmak…

    ama kolay değildi uyumak, hele hele bayrampaşa’da…

    hiç değildi…

    istemsizce ayağa kalktım,

    esmer olan, yanıma yaklaştı, sopasını göğüs kafesime dokundurarak,

    “soyun” dedi…

    soyunmaya başladım, ince bir hırkam vardı, onu çıkardım, sonra gömleğimi, peşinden ayakkabılarımı ve pantolonumu çıkardım…

    üzerimde sadece donum kalmıştı… ellerim donumun önünde birleştirmiş, bekliyordum…

    esmer olanın o kurşun döven sesiyle irkildim…

    “gilotunu da çıkar”

    ne kadar da kolay söylüyordu…

    yapacak hiçbir şeyim yoktu, çıkaracaktım ama keşke sadece onu çıkarmakla kalsaydı…

    kalmayacaktı...
    Tümünü Göster
    ···
  15. 15.
    -1
    rezerved
    ···
  16. 16.
    -1
    okuyan gerçek olmadığını bilsin öyle okusun kaptırmayın kendinizi
    ···
  17. 17.
    +1
    @262 doğru konuş, edepli ol... muallaklik yapacaksan gibtir git gibiş sokuşlu hikayeler oku...

    adamın ahsabını bozma, küfür edeceksen de bana et...
    ···
  18. 18.
    +1
    panpa ben üzgün surat işaretine basıyorum üzüldüm :(
    ···
  19. 19.
    +1
    reserved amık finallerde bitti

    edit: okudum beyler bildiğin palavra. çorba kaşığıyla tünel falan ahaahaha
    ···
  20. 20.
    +1
    arkadaşlar geriye dönüşlü anlatıyorum diye çok şikayet geliyor,

    düz anlat derseniz dedemden devam edeyim, ama o zaman da cezaevi bölümü bayağı gecikecek...

    ne dersiniz bilmiyorum?
    ···