1. 51.
    0
    updulllah
    ···
  2. 52.
    0
    updulllah
    ···
  3. 53.
    0
    upupupupupup
    ···
  4. 54.
    0
    reserved
    ···
  5. 55.
    0
    okyuun binler yarın yazacam çizecem yine
    ···
  6. 56.
    0
    upupupupupupu
    ···
  7. 57.
    0
    upupuupupupup
    ···
  8. 58.
    0
    okumayan kalamsın la yarın dewam etcem gene iham geldi aq
    ···
  9. 59.
    0
    --Bir Sonraki Seasn--

    O yerin bıraktığı etkinin eve gidiiş yolundayken dağılacağını düşünmüştüm, sadece ormanda sıkıntılı bir an yaşamıştım, o kadar. Özellikle evimde, oturma odamda ışıklar ve televizyon açıkken, hiçbir şeyim kalmayacaktı. Ama öyle olmadı. Bizimkine düşman bir evrene dokunmuş olmanın verdiği, p yrüngemden çıkma duygusunu, daha kuvvetli hissetmeye başlamıştım. O daire içindeki kayaların ortasında bir yüz gördüm, daha da kötüsü, çok büyük bir sürüngen vücudu görmüş olduğum inancı hala vardı. Mikrop kapmışım gibi hissediyordum. Kafamın içindeki düşüncelerden bulaşan bir mikkrop. Kendimi tehlikeli hissediyordum, sanki çok fazla düşünerek o şeyi çağırabilecekmişim gibi. Ve yanlızca o olmayacaktı. O, Öbür evren bütünüyle ortaya dökülecekti, tıpkı ıslak bir kesekağıdının dibinden dökülen kusmuk gibi.

    Evdeki bütün kapıları kilitledim. Sonra birkaçını unutmuş olabilirim, diye bütün evi dolaşıp bird aha control ettim. Bu defa sayarak. Biraz rahatlar gibi oldum, ama yine de son bir kez dolaşıp control ettim. Hala altı taneydi. “ALTI KESiN SAYI,” dediğimi hatırlıyorum. Bundan sonra uyuyabileceğimi düşünmüştüm, ama uyuyamadım. Bir tane Ambien almama ragmen. Devamlı o kayaların ortasındaki şeyi görüyordum.

    Günler gelip geçerken, aklım ikide bir Ackerman Tarlası na gidiyordu. Hayatımın üstüne düşen bir gölge gibiydi. Artık birçok şeyi sayar olmuştum ve nesnelere dokunuyordum, dünyadaki yerlerini anladığımdan emin olmak için, gerçek dünyada, benim dünyamda. Ve o nesneleri yerleştirmeye de başlamıştım. Hep çift sayıdaki şeyler ve genellikle ya daire biçiminde ya da çapraz bir çizgi halinde yerleştiriyordum. Çünkü daireler ve çaprazlar dışındaki şeyleri içeri sokmazlar.

    Eylül başlarında küçük kızım, beni ziyarete geldiğinde ne kadar yorgun göründüğümü söyledi. Çok mu fazla çalıştığımı sordu. Ayrıca, annesinin boşamdıktan sonra evden zütürmediği bibloları falan, onun deyimiyle”hasat çemberi” gibi dizmiş olduğumu fark etti. “Yaşlandıkça biraz tuhaflaşıyor musun yoksa, baba?” dedi. işte o anda Ackerman Tarlası nab u kez gün ışığında, tekrar gitmeye karar verdim. Eğer gündüz gözüyle bakımsız bir otlakta sadece hiçbir anlama gelmeyen kayalar olduğunu görürsem, bütün bunların nasıl bir saçmalık olduğunu anlar, saplantılarım da uçup gider diye düşündüm. Böyle olmasını istiyordum. Çünkü saymak, dokunmak ve yerleştirmek, bu işler oldukça zahmetli. Büyük bir sourmluluğu var.

    Oraya giderken fotoğraflarımı bastırdığım yere upradım ve o akşam Ackerman Tarlası nda çekmiş olduğum pozların çıkmadığını gördüm. Sadece gri kareler vardı, sanki kuvvetli bir ışık altında kalmış gibi sisliydi. Bu beni biraz duraklattı, ama durdurmadı. Fotoğrafçıdan bir dijital kamera ödünç aldım ve tekrar, büyük bir hızla Motton yolu na koyuldum. Budalaca bir şey duymak ister misiniz?
    Kendimi zehirli sarmaşığa dokunduğu için her yanını kaşıntı basan biriniin bir losyon almak için telaşla eczaneye hidişine benzetiyordum. Çünkü bu iş tıpkı bir kaşıntı gibiydi. Saymak, dokunmak ve yerleştirmekle bunu kaşıyabiliyordum, ama kaşımak sadece geçici bir rahatlama hissi veriyordu. Kaşınmaya sebep her neyse, belki de daha çok yayılmasına yol açıyordu. Benim istediğim şey tedavi olmaktı. Ackerman Tarlası na gitmek bunu sağlamayacaktı, ama o anda bunu bilemezdim değil mi? Dedikleri gibi, insan bir şeyi yaparak öğreniyor. Hatta sınama yanılmayla daha da çok şey öğreniyoruz.

    Çok güzel bir gündü, göktü tek bir bulut bile yoktu. Yapraklar hala yeşildi, ama havada sadece mevsimler değişirken görülen bir berraklık vardu. Eski karım böyle günlerin, üç ay boyunca, bbir bira almak için bile kredi kartı kullandıkları için bizi kuyrukta bekleten yazlıkçılara tahammül etmemizi bir ödülü olduğunu söylerdi. Kendimi çok iyi hissettiğimi hatırlıyorum. Bu deli saçmalığından kurtulacağıma emindim. Müzik setimde Queen grubunun bir seçkisini dinlerken Freddie Mercury nin sesinin billur gibi olduğunu düşünüyordum. Şarkılara ben de katıldım.

    Sonunda yine o toprak yola varmıştım.Tam yola dönerken hemen frene bastım. Tam zamanında durmuştum. Biraz geç kalsaydım otomobilimin önündeki ızgara ikiye ayrılacaktı. Yolu kapatan bir zincir vardı ve üstünde yeni bir uyarı levhası asılıydı: GiRMEK KESiNLiKLE YASAKTIR.

    O anda kendime bunun bir tesadüf olduğunu, bu koruluğun sahibi olan kişinin o zinciri avcıları caydırmak için her sonbahar oraya koyduğunu söyleyebilirdim. Ama geyik avı mevsimi 1 Kasım dan önce başlamaz. Kuş avlama mevsimi bile ekime kadar başlamaz. Belki de bu tarlayı birisi izliyorduur, diye düşündüm. Belki dürbünle izliyordur. Birisi benim oraya geldiğimi, tekrar döönebileceğimi biliyordu.
    Tümünü Göster
    ···
  10. 60.
    0
    Toyota mı Serenity Ridge in otoparkına bıraktıktan sonra, ödünç fotoğraf makinemi küçük fermuarlı çantasıyla omzuma asarak tekrar o toprak yola yürüdüm. Zincirin etrafından dolanığ, tarlaya çıkan yolu turmandım. Zincir olmasaydı, yine yürümek zorunda kalacaktım, çünkü bu defa yolun üstüne devrilmiş altı tane ağaç vardı ve hiçbiri de dokununca dağılacak gibi çürümüş kayınlar değildi. Beş tanesi epey büyükçe çam, altıncısıysa yaşlı bir meşeydi. Ve bunlar tesadüfen devrilmiş değildiler, hepsi de elektrikli testereyle kesilmişti. Ama beni yavaşlatmadılar bile. Çamların üstünden geçtim, meşenin de etrafından dolaştım. O arada tarlaya çıkan tepeye varmıştım. Diğer levhaya (Ackerman tarlası, avlanmak yasaktır girmeyin) yazılı olana şöyle bir bakıp yürüdüm. Tepenin doruğuna doğru ağaçların seyrelmeye başladığını görebiliyordum, en tepedekilerin dalları arasından tozlu güneş ışığı ve pırıl pırıl mavi gökyüzü görünüyordu. Neşe ve iyimserlik saçan bir manzara. Tam gün ortasıydı. Uzakta dev bir kızıl yılan uzanmıyordu, sadece çocukluğumun yanında geçtiği ve her zaman sevmiş olduğum Androscoggin nehri vardı, sıradan şeyleri en iyi hallerinde gördüğümüz zamanki gibi, maviydi ve çok güzeldi. Koşmaya başladım. Tepeye varana dek bu mantıksız iyimserliiğim devam etti, ama yine orada Kaplan dişi gibi fırlamış kayaları gördüğüm anda bütün iyimserliğim uöup gitti. Yerini korku ve dehşet aldı.

    Orada yine yedi tane kaya vardı. Sadece yedi. Ve tam ortalarında(bunu anlayabileceğiniz bir şekilde nasıl anlatacağımı bilmiyorum) rengi solmuş bir yer vardı. Gölge gibi değildi, ama daha çok, en sevdiğiniz kot pantolon mavisi nasıl solar bilirsiniz, değil mi? Özellikle de dizlerde. Bunun gibiydi. Otlar yağlı bir kireç rengindeydi ve o kayalardan oluşan dairenin üstündeki gökyüzü mavi yerine grimsi bir renk almıştı. Bunun içine yürürsem bir yumruk atıp gerçeğin kumaşını yırtabileceğimi hissediyordum. Bunu yaptığım takdirde bir şeyin beni yakalayacağını da.Gerçeğin diğer tarafındaki bir şeyin. Bundan emindim.

    Yine de içimden bunu yapmak geliyordu. Bunu yapmak, ısınma hareketlerini boş verip hemen maça başlamak istiyordum.

    Sekizinci kayanın ait olduğu yeri görebiliyordum ya da öyle sandım, emin değilim. Ve o soluk renkli alanine o yere doğru kabardığını görebiliyordum… kayaların korunma alanının en ince olduğu yere doğru… Dehşet içinde kaldım! Çünkü oradan çıkmayı başarırsa, öbür taraftaolan ne kadar isim verilemeyecekk yaratık varsa bizim dünyamıza geçecekti. Gökyüzü kararacak, yen yıldızlar ve yıldız takımlarıyla dolacaktı.

    Fotoğraf makinesini omzumdan aldım ama fermuarını açarken yere düşürdüm. Ellerim sara nöbeti geçiriyormuş gibi titriyordu. Fotoğraf makinesinin kabını yerden alıp fermuarını açtım, tekrar kayalara baktığımda içindeki boşluğun sadece soluk renkli olmadığını gördüm. Kararıyordu. Ve yine gözler görmeye başladım. Karanlığın içinden bakan gözler Bu defa sarıydı ve siyah, dar gözbebekleri vardı. Kedi gözü givi ya da yılan gözü gibi.

    Fotoğraf makinesini kaldırmaya çalıştım, ama bird aha elimden düşürdüm. Uzanıp almak istediğimde otlar footğraf makinesinin üstüne kapandı, içinden zorlayarak çıkardım. Hayır, sökkerek çıkardım. Dizlerimin üstüne çökmüş, iki elimle kayışından çekiyordum. O sırada sekizinci kayanın olması gereken boşluktan bir esinti gelmeye başladı. Saçlarım havalandı. Kokuyordu. Leş kokuyordu. Fotoğraf makinesini yüzüme kaldırdım, ama önce hiçbir şey göremedim. Fotoğraf makinesini kör etti, bir şey yaptı ve fotoğraf makinesini kör etti, diye düşündüm ama sonra bun dijital Nikon olduğunu hatırladım; bunu kurmak gerekir. Kurdum ve bip sesini duydum, ama hala bir şey göremiyordum.

    Esinti güçlenip rüzgar kıvdıbına gelmişti. Uzun otları dalgalandırıyordu Koku daha kötü olmuştu. Ve hava kararıyordu. Gökte tek bir bulut yoktu ve masmaviydi, ama yiine de hava kararıyordu. Sanki görünmez dev bir gezegen güneş tutulması oluşturur gibiydi.

    Bir şey söyledi. Ama ingilizce değildi. Şöyle bir şeyler diyordu.”Cthun, cthun,, deeyanna, deyanna.” Ama sonra, benim adımı söyledi.
    Sanırım bir çığlık attım, ama emin değilim, çünkü o sırada rüzgar bora halini almış kulaklarımda kükrüyordu. Çığlık atmak hakkımdı. Çünkü o şey adımı biliyordu. O korkunç, tarifi imkansız şey adımı biliyordu. Sonra fotoğraf makinası… o fotoğraf makinası… neyin farkına vardım, biliyor musunuz?
    Evet! Mercek kapağı. O lanet mercek kapağı. Onu koparır gibi çıkarıp fotoğraf makinasını gözüme yaklaştırdım, ellerim o kadar titrerken nasıl düşmediğime inanamıyordum; düşürseydim, bu defa otlar onu kesinlikle bırakmazdı, çünkü bu defa hazırlıklı olacaklardı. Ama düşürmedim, kadrajdan görebiliyordum ve sekiz kaya vardı. Sekiz. Sekiz her şeyi düzen içinde tutar. Ortadaki karanlık hala orada dönüp duruyordu, ama geri çekileye başlamıştı. Beni saran rüzgar da hafifliyordu.

    Fotoğraf makinasını indirdim, kayalar yedi taneydi. Karanlığın içinden bir şey çıkıyordu, size tariff edemeyeceğim bir şey.Onu görebiliyorum(rüyalarımda görüyorum) ama öyle korkunç bir şeyi anlatacak kelime yok. Nabız gibi atan deri bir miğfer… işte en yakın benzetmem bu. Her iki yanında pilot gözlüğü gibi sarı gözlük. Ne var ki, o gözlük, galiba gözleriydi ve bana bakıyordu. Bana baktığını biliyordum.

    Fotoğraf makinasını birdaha kaldırdım ve sekiz kaya gördüm. Hemen altı veye sekiz poz çektim; onları sonsuza dek orada sabitlerim, diye umuyordum ama tabii, işe yaramadı; saece fotoğraf makkinesini bozmakla kaldım. O kayaları mercekler görebiliyor, doktor (eminim bir insan onu aynada görebilir, hatta düz bir camın ardından bile görebilir) ama onları kaydedemez. Onları kaydedebilecek, oldukları yerde tutabilecek tek şey insan aklı, insan hafızası. Kaldı ki, bu da daha sonra öğreneceğim gibi, güvenilir değil. Sayma, dokunma ve yerleştirme bir süreliğine işe yarıyor (delice dediğimiz davranışların aslında dünyayı kurtaruyor olması ne tuhaf ama bunların sağladığı koruma er geç çürüyor. Ve o çok zahmetli iş.

    Çok fazla çalışma gerektiriyor.

    Bugünlük bitirebilirmiyiz, acaba? Süremiz dolmadı, biliyorum, amaa çok yoruldum.

    (isterse ona bir yatıştırıcı için reçete yazacağımı söyledim… Ambien veya Lunesta dan daha hafif fakat daha güvenilir bir şey. Aşırıya kaçmazsa işe yarardı. Minnettar bir ifadeyle bana gülümsedi)

    Bu iyi olur, çok iyi olur. Ama sizden bir iyilik isteyebilir miyim?
    (Elbette dedim.)
    Reçeteye yirmi, kırk veya altmış olarak yazın. Bunların tümü de iyi sayılardır.
    Tümünü Göster
    ···
  11. 61.
    0
    rizörvıd
    ···
  12. 62.
    0
    upupupupuppupupuppupupupu
    ···
  13. 63.
    0
    rezerv alanlara ve yorum yapanlara şukuyu basıyorum peşinen panplaar
    ···
  14. 64.
    0
    uppppppuuppupuup
    ···
  15. 65.
    0
    uupupupuppupup
    ···
  16. 66.
    0
    okumalık
    ···
  17. 67.
    0
    upupupupupup
    ···
  18. 68.
    0
    upupuppupupp
    ···
  19. 69.
    0
    upupuupupuppup
    ···
  20. 70.
    0
    uppuppupupu
    ···