/i/Başıma Geldi

Hayatta başınıza gelenlerden ibaret değil midir?
  1. 1.
    +3
    http://www.youtube.com/watch?v=lsPu00D--ks

    "Bir insan özellikle benim gibi bir insan ne zaman yazmaya başlar? Daha doğrusu, ne zaman onun için yaşadıkları, hissettikleri, düşündükleri artık ifade etmekten kaçınamayacağı bir yoğunluğa ulaşır? Bilmiyorum, insan kendisi için böyle bir durumda olduğunu söyleyebilir mi? Bilmiyorum. Büyük bir acı, belki aşk, belki de çok başka bir sarsıntı sonucu insan kendini önemli bir kararın öncesinde; belirsiz de olsa, yaklaşan bir değişimin huzursuzluğu içinde bulabilir. Korkulu bir bekleyiştir bu: insan bu bilinmeyen sarsıntının yaklaştığını hissedince bir süre ne yapacağını bilemez. Sonra bütün gücüyle, belki de daha önce hiç hayalinden geçirmediği girişimlere atılır - daha doğrusu kendini daha önce düşünmeye bile cesaret edemeyeceği bir eylemin içinde bulur." Oğuz Atay - Eylembilim.

    "Zamanın dokunduğu her şey bir masal. Zamanı geldiğinde var olacak tek şey, gerçek.”

    "Hikayeme hoşgeldiniz."

    Bazen insan bildiği bir kavramla hayatında ilk defa nerede karşılaştığının muhakemesini yapar da, o kavramın hayatındaki öneminin farkına vardığında gözlerinin önünde istemsizce beliren sahneyi izler ya sebepsizce, işte benimki de böyle bir şey. Doğduğumda topuğumun kesildiğini hatırlıyorum mesela. hayatım boyunca iki kez yaşadım. Birincisi doğarken, ikincisi de aklımdan daha önce bir doğuma şahit olup, bir bebeğin topuğunun kesilmesindeki sebebi ararken izlediğim sahne. Bu zamana kadar herhangi bir doğuma şahit olmadığımdan, topuğu kesilen benim öyleyse.
    Topuğumun kesilmesinin sebebi sarılık doğmuş olmam. Bir şekilde anlaşılmış. ilaçlara ve tedavilere yanıt vermemişim. Yeni doktorlar, yeni hastaneler arayışına giren ailem, sonuca daha hızlı ulaşmak için yollarda ayak bağı olmayayım diye anneannemi bana bakması için çağırmış. Yollara düşülmüş, doktor bulunmuş, tedavi yöntemi konuşulmuş ve karar verilmiş. Kanımın tamamen değişmesi gerekiyormuş. O zamana göre küçük bir kasabada, aynı kana sahip olan birini bulmak zormuş. Ancak belediye anonsları sayesinde duyuruya cevap veren biri bulunmuş. Babam, bir arkadaşının arabasıyla eve geri dönüp, anneannemi ve beni alıp, tekrar hastanenin yolunu tutmuş. Hastanenin bahçesine girdiğimiz gibi anneannem, babamın sürdüğü arabayı durdurmuş ve bir hışımla fırlamış arabanın içinden. Şalvarı bacaklarının arasına dolanmış anneannem, memelerinin arasında, vücut ısısını korumaya çalışan torunuyla birlikte avazı çıktığı kadar bağırmış. Ölmüşüm o anda. Çenem kilitlenmiş. Yüzümdeki beyazlık, kendini soğuk bir mora terk etmiş. Bu olaya tanık olan annem dayanamayıp yere yığılmış. Hafta sonu iznine çıkan bir asker tarafından kurtarılmış hayatım. Adaşım üşenmemiş. Adaşım dedim ya, bu talihsiz olay ardından, bana hayatı tekrar geri veren bu insanın adı konmuş. iznini bırakıp, belediyenin anonsuna kulak asmış. Kurtulmuşum işte.
    Mantığını çözerken zorlanmadığım onca başıboş sahnelerle dolu zihnim. Hani az önce bahsettim ya, ilk bigibletin neydi diye sorsalar, iki-üç yaşında üstünden hiç inmediğim, kırmızı, dört tekerlekli bigibletimi söylerim yine. O zaman ne kendimi bilirdim, ne de bir başkasını. Nedensizce hatırladığım sahnelerden biri de, acılar içinde pencerenin kenarında oturup izlediğim, gökyüzünden yere düşen yıldırımlar. Acımın sebebi yaralarım. Dizlerimde, dirseklerimde, kollarımda ve kafamın arkasında. Dört tekerli bigibletimi sokakta sürmek istemiştim. Balkon yetmediği için, sokakta sürebilmek adına annemden iznimi de almıştım. Yapmam gereken tek iş, canım kırmızı bigibletimi merdivenlerden aşağı indirip, sokağa çıkarmaktı. Daha toprak değmemiş, güneş bile görmemiş bigibletim, ben ve merdivenler. Ardından öyle bir düşmüştüm ki, yara bantlarının dizlerimdeki oluşturduğu gerginliğin acısıyla uyanabilmiştim. Merdivenlerden yuvarlanışımı hatırlamıyorum. Acımı bastıran tek şey yıldırımlar. Yere o kadar sert düşüyor ki, gürültüsü evimizin camlarından içeri girip vitrini titretiyor. Televizyondaki Alf bile korkmuş olmalı.
    ···
  1. 2.
    0
    özet geç bin
    ···
  2. 3.
    0
    Adam olacak çocuğa katılmayı hiç düşünmedim. Ne herhangi bir çocuk progrdıbına katılacak cesaretim vardı, ne de Barış Ağabeyin onlarca insanın içinde soracağı sorulara cevaplarım hazırdı. Çünkü cevaplarım sürekli değişkendi. Merak ettiğim bir soru varsa, kendim bulmaya çalışırdım. Bigibletimle belirlenen saatler arası gezmeye çıkar, çevremde olan biteni anlamaya çalışmak için var olan bütün gücümle pedallara asılırdım. Sorularım belli değildi. Bu yüzden öncelik olarak sorularımı belirlemeliydim. Acelem yoktu. Üstelik bigibletim tamir olmamıştı bile.
    Misafir odamızın duvarında, örgü ipinden yapılmış, testiden su içen bir kadın vardı. işte o kadının tam altında içi minik balıklarla dolu koskocaman bir akvaryumumuz vardı. Futbolcu kartlarıyla tek başıma oynamaktan usanmış bir halde misafir odasına dalışımı, iyi niyet göstergesi olarak balıkları besleyişimi, balıkların fazla yemekten öldüğünü hiçbir zaman unutmam. Onca balığın katili bendim. Adam olacak mıyım? Emin değilim.
    Bu ev ile ilgili hatırladığım son şey, babamın o eve bir cumartesi günü, bıyıklarını kestirip gelmesi ve ardından pazara oyuncak almak için gitmemizdi. Gerçekten korkmuştum. Neden kesmişti bıyıklarını? Babam, güle eğlene, bense oldukça gergin bir halde pazarın yolunu tutmuştuk. Ansızın, güneşin etkisindeki ışıklı spor ayakkabılarımın, yandığını bildiğim halde görünmeden yanıp sönmesi gibi sönüyor hatırladıklarım. Kendimi korumanın tek yolu ağlamamdı o zamana kadar. Anladım ki ağlamak bir şeyi değiştirmiyor. Babam bana bakıp gülüyor, ben ona bakıp ağlıyor, ben ağladıkça Babamın gülüşü, yerini kahkahaya bırakıyordu. Tavana asıldığında kendi ekseni etrafında dönen o helikopter için günlerce beklemiştim. Fakat şimdi istemiyordum.
    ···
  3. 4.
    0
    özet geç bin
    ···
  4. 5.
    0
    Birkaç yıl sonra anneanneme taşındık. Neden taşındığımızı, neden bir odanın içinde beş kişi yatıp kalktığımızı bilmiyorum. Ama soba kenarında uyuyakalmamak gerektiğini iyi biliyorum. Soba beni etkilemeyi öyle iyi başarmıştı ki, yanında uyumadan geçirdiğim her kış gecesi için kendime kızmıştım. Bütün bir akşam üstüne tükürüp, üzerine mandalina kabuğu atıp, odayı mükemmel bir kokuya boğup eğlencem sona erdiğinde, yattığım yerde uyuyakalmışım. Bir yorganla üstüm örtülmüş. Ansızın elimin yanışıyla acı içinde uyandım. Derimin sobaya yapıştığını, ardından o tavuk kokusunu anımsıyorum. Bir süre sonra kokudan uyanacak olanları uyandırmamak için mecburen camı açıp odayı havalandırdığım anda annemden yediğim azarı unutmam. Az önce kendisine büyük bir sevgi beslediğim bu sobayla böyle talihsiz bir olay neticesinde tanışmak, aklımın ucundan bile geçmezdi.
    Babamın eve gelmeyişinin kaçıncı günü olduğunu, neden eski evimizdeki eşyaların anneanneme yakın bir apartman dairesine taşındığını bilmiyorum. Sorularıma cevap bulamıyorum çünkü soruların neden oluştuğunu bilmiyorum. Kısacası hiçbir şey bilmiyorum ve öğrenmek için de uğraşmıyorum. Tatilde gibiyim. Anneanneme gelmişiz. Bütün akrabalar aynı sokakta. Her gün herkesi görmekten usanmıyorum. Bakkala gönderilmekten, para üstünden, ekmekten, yoğurttan, sigaradan, yarım kilo şekerden, şeker poşetini delmemeye dikkat etmekten, hiçbirinden usanmıyorum. Günler çok güzel ve dolu geçiyor. Hatta bir gün boyunca sırf bakkala gidip para üstü toplasam, ikram bile alıp yiyebiliyorum. Haftada en az iki gün ikram yiyorum bazen. Bu arada bir poşet dolusu tasom bile var. Jetgiller, Tom ve Jerryler, Çakmaktaşlar. Hemen hemen hepsinden var. Oynayıp kazanmak ya da kaybetmekten çok, elimde bulunmalarını, hiçbir yere ayrılmamalarını istiyorum. Bir anda kendimi tutamayıp kaldırım kenarında taso oynayanların yanında alıyorum soluğu. Bir bakıyorum ki ben oynuyorum bu sefer bazıları çizik, bazıları silik, bazılarının tam ortasında çıkıntı bulunan tasolarla. Daha iki gün önce at arabasından üzerine düştüğüm omuzumu zorlamamaya çalışıyorum taso oynarken. Topaç gibi döndürebiliyorsun mesela o tasoları. Fırıldak oluyor. Hatta hangi paketin içinde taso olup olmadığını bile biliyorum. insan merak edince.
    Babamın hala bizim geldiğimiz yerde olduğunu, halletmesi gereken bir takım işlerden dolayı buraya gelemediğinin haberini alıyorum annemden.
    Tümünü Göster
    ···
  5. 6.
    0
    Herhangi bir lakabı yoktu babamın. Varsa da ben bilmiyorum. Dedem yıllar önce bir köy düğününde ölmüş. Kaza kurşunu diyorlar. Konu çok uzamıyor. Bana benzermiş burnu, kulakları. Babaannem de, dedemin ölümünden sonra bir süre yalnız yaşamış. Malum, o zamanlar dul bir kadının çocuğuyla bir başına kalması, milleti bir süre sonra rahatsız edermiş. Öyle dediler. Babaanneme de öyle demiş olmaları gerek ki, kadın ikinci evliliğini yapmış. Ondan da bir çocuğu olunca, babamı istememiş yeni koca. Babaannem de babamı, dedemin erkek kardeşine vermek zorunda kalmış. On yaşında ailesi dağılmış olan babamın yeni ailesi, amcası ve amcamın ailesi olmuş. On yıllık bir hayat, şuracıkta altı-yedi satır yer kaplaması kadar kısa geçmiş olmalı ki, bundan ötesini bilmiyorum.
    Babam, bildim bileli aynı kilodaydı. Ne zayıf ne toplu, ortadaydı. Yemese de olur, buyur edilince de afiyet olsun diyecek kadar kibar, diretilince mecbur oturmak zorunda kalandı. Boyu da kilosu gibiydi. Ortada. Siyah saçlı ve siyah gözlüydü. Esmerdi. Dış görünüşündeki orta hali, içinin yansımasıydı sanki. Çok komik biri değildi, asık suratlı da değildi. Normaldi. Gerektiği yerde güler, güldürürdü. Sanki güldürmesi için gerekli bir şey var. Yok, ama güldürürdü. Bu da, sanki onun güldürmesi için gerekli bir ortam olmalıymış gibi bir his oluştururdu. Çelimsiz değildi. Aksine, çevikti. Çocukluğunda yaşadığı köydeki futbol kulübünde kalecilik yapmıştı. Kalecilik, ailesinden kopunca orada kalmıştı. Kalecilik, ona biraz çeviklik katmıştı belli ki. Futbolu sevmesinin sonucu koyu bir Galatasaraylıydı. Normalden hızlı konuşurdu. Bu da onun konuşurken başka şeyler düşündüğünün bir göstergesiydi sanırım. Çünkü konuşma uzadıkça, konu farklı yerlere gidebiliyordu kimi zaman.
    ···
  6. 7.
    0
    Simit sattım çocukken. Mahallemdeki çocuklar öğle vakti arkadaşları ile birlikte denize giderken, ben onların karnını doyururdum o zamanlar. ilk başlarda otuz simitle çıkardım işe. Simit tepsisini kafamın üstüne koyduğum gibi bizim sokağa dalardım. Remziye Teyze ve Gülizar Abla dörder tane alırlardı. iki ona, bir ona, iki de şuna derken, sokağın sonuna gelmeden kafamdaki tepsinin ağırlığı azalır, mutluluğum artardı. iş bittikten sonra havlumu alıp denize gidecek olmamın heyecanı içime dolar, fırına dönüp paraları ve tepsiyi iade ederken, "Al şunları da sat, sonra gel." cümlesiyle yıkılırdım. Sattığım otuz simit karşılığı bir simit benim atıştırmalığım olurdu. Bir defaya mahsus yiyebildim hakkım olan simidi. Karnımı doyurmaya çalışırken yediğim azarla birlikte büsbütün doymuştum. Hiç simitçi sattığı simidi yer miymiş? Bunu, sadece yoldan geçen biri söyledi. içime oturdu yediğim simidin yarısı. Dişlerimin arasındaki susamları dilimle temizleyip teker teker yerdim en sonunda. Onu bile yapamadım. Hiçbir şey diyemedim. Kalan yarısını atmadım. Önlüğümün cebine, en alta iteledim. Sonra yedim. Önlüğümün cebindeki paraları özenle taşırdım her gün. Tepsimi tekrar doldurup sokağa simit satmaya çıktığımda, cepteki paraları da fırına teslim ederdim. Hemen hemen bir hafta boyunca simit satıp eve para zütürdüm. Benim sayemde alınabilecek ikili ekmekten istediğim kadar yiyebilecektim artık. içimi rahatlatıyordu nedensizce. Ekmeğin her türlüsünü yedim. Sana yağı sürüp üstüne tuz da serptim, şeker de. Salça da sürdüm, reçel de. Çokokremi sürmem biraz zaman aldı. Gece yarısı tuvalete gidip, ses çıkmasın diye sıçtığını tekrar çişiyle temizlemeye çalışan ben, sokağa istediğim zaman çıkıp, istediğim kadar gezebiliyordum artık.
    Babamdan ne ses var, ne de soluk.
    ···
  7. 8.
    0
    Bitirdiğin yerde zütünü gibtim.
    ···
  8. 9.
    0
    Dedem çaycı benim. Selanik’ten göçtükten sonra ailesiyle birlikte bir köye yerleştirilmişler. Dedem de yeni hayat, yeni umutlar, yeni iş derken anneannemle birlikte evlenip en yakın kasabaya yerleşmeye karar vermişler. Dedem çaycılığını yaptığı dükkanı, az biraz birikmişi ve eşinin dostunun yardımıyla birlikte satın almış. Üstüne iki kat çıkmış sonra. Dayım, teyzem, annem dünyaya gelmiş sırayla. Sonra da küçük dayım. Gel zaman git zaman, dedem çaycılığı hiç bırakmamış. Büyük dayıma diktiği ilk katı, küçük dayıma da ikincisini vermiş. Yıllar sonra kızlar koca bulup gidecek ya nasıl olsa, onlara herhangi bir pay bırakmamış. Bırakacak başka bir payı kalmamış kahveden başka. O da yarın öbür gün ölürsem diye kahveyi anneannemin üstüne yapmış. Kahvenin sokağa bakan köşesinde depo gibi tek odalı, tuvaleti olan bir yer vardır orda. Üst katlarda da dayımlar ve yeni gelinler. Dedem ve anneannem yaşlanınca yük olmayalım diye, o depo gibi yerde kalmaya başlamışlar. Zamanla ev halini almış. Sobasıydı, merdanelisiydi, halısıydı, televizyonuydu derken, anneannem ve dedem tek göz oda ve mutfaktan ibaret bu yerde yaşamaya başlamışlar. O tek gözlü odanın kapısının karşısında bir fırın vardı o zamanlar. Zamanla el değiştire değiştire farklı insanlar yaşamaya başladı orada. Benim zamanımda ise ben o fırından simit alıp satardım işte. O tek göz odada kalmıştık beş insan. Ve soba. Kahvenin karşısında da, babamın amcalarının evi varmış eskiden. Gele gide, gele gide annemi kestirmişler gözlerine. Başta ne anneme, ne de babama söylemişler olayın aslını. Anneannem anneme,ö büyük amcamlar babama anlatmışlar yavaştan durumu. Annem, bir kere görmenin zararı olmaz deyip oluruna bırakmış. Babam da kaybedecek bir şeyi olmadığını düşünüp, annemle görüşmek istediğini söylemiş. Annem ve babam bir araya gelmişler bir akşam. Herkes oradaymış söylediklerine göre. Yarım saat baş başa kalmışlar kapalı bir kapının ardında. Konuşmuşlar, anlaşmışlar ve evlenmeye karar vermişler. Annemi o zamandan beri tanıyor gibiyim sanki. Kadir inanır filmleri için, akşamdan sıra bekleyen, bütün bir mahalle doluşup aynı filmi defalarca izlemenin sonucu biriktirilen mutsuzluk. Zayıf günleri. Akşam kardeşleriyle dondurma almaya gittiği akşamlardan tanıyor gibiyim. Sanki çok önceden bir tanışmışlığımız var. Annem değil de teyzem olsaydı, ya da başka bir akrabam. Yine sevilecek bir kadın kendisi. Her genç kız gibi zayıfmış annem de. Hatta zamanında gittiği nakış kursunun mankenliğini bile yapmış. Boynu uzun, kuğu gibi. Simsiyah saçları gözleri ile aynı renkte. Mankenlik yaptığı zaman çekilmiş fotoğraflardaki bakışları, dağ deler gibi. Sanki o pozu orada dakikalarca kımıldamadan vermiş gibi.
    Tümünü Göster
    ···
  9. 10.
    0
    Gözümü açtığımda elimdeki bülbül kafesiyle karanlığın içinde öylece oturmuş, bir yanıt bekliyordum. Korkmadığımın farkındaydı annem. Her otuz-kırk saniyede bir yukarıdaki yırtıktan ışık giriyordu içeri. Hareket halindeydik ve bir kamyon veya kamyonetin içinde ortalama hızın üzerinde seyrediyorduk. Yırtığın içinden giren rüzgar, içerde şişme yapıyor ve yırtığı maksimum boyutta genişletiyordu. Yukarıdan vuran lambaların ışığı, içerisini aydınlatıyor ve çevremde nelerin olduğunu görebiliyordum. Anladım ki taşınıyoruz. Işıkta ara ara parlayan ve altı olmayan çaydanlığın ne işi vardı yoksa. Neden yanımda bir oklava olsun ki?
    Rüzgarın sertliğini ve gecenin sessizliğini bozan, henüz adını koyamadığımız bülbülümüzdü. Aksayan ritmiyle ara ara ötüyor, bulunduğum yeri anlıkta olsa unutturuyordu bana küçük kuş. Saatlerce yol aldık. Durduk, yavaşladık, hızlandık, çok hızlandık. Yokuşlardan indik. Hiç yokuş çıkmadık. En sonunda bir yokuşun kenarında durduk. Motorun sesi kulaklarımı neredeyse duyamaz hale getirmişti. Motor sustu, ve yerimizde anlık gidip geldik. El freni sonunda çekildi. Annem yol boyunca konuyla alakalı herhangi bir şey söylemedi. Karşılıklı saatlerce, yol boyu ara ara birbirimize bakarak sustuk. Annem hala konuşmuyor, sessiz bekleyişini sürdürüyordu. Kamyonetin kapısı açıldı ve birkaç saniye sonra uzun zamandır görmediğim siluet, nihayet belirmişti sokak lambasının aydınlığıyla. Heyecanlanmadım. Gerilmedim de. Hiçbir şey hissedemedim o an. Bilmiyorum. Babam yine bir anda ortalıktan kayboldu. Bu kaybı iki-üç dakika kadar sürse de, yine kaybolacaktı. Emindim. Yoksa o kamyonetin kapısının açıldığı anda bir şeyler hissederdim. Eminim. Kamyoneti süren, yüzü az biraz bilindik bu ağabeyle bir şeyler konuştu babam. Daha sonra kamyonetten indik. Babam ve tanıdığı, kamyoneti sokağın sonuna zütürmelerinde yardımcı olacak biriyle konuşuyorlardı bu kez. Üçüncü kişi, birkaç dakika içinde, sonradan öğrendiğim yeni evimizin kapısının önünde bulunan arabasına girerek, arabasıyla birlikte daha ileri gitti. Arabadan indi ve o gece gülen ilk kişiyi gördüm. Yüzündeki o sıcak samimiyetiyle birlikte, gözünü hepimizin üzerinde gezdirerek konuşmaya başladı. Merhabalar. Ben Mehmet. Ha burada oturuyorum. Siz mi taşınacaksınız buraya diye sordu. Mehmet Ağabey'in boynu ve ensesi kalındı. Bu görünüşü, kilosunu daha fazla göstermeye yetiyordu. Sesi bu sebepten ötürü biraz daha fazla kalın çıkmasını sağlıyordu sanırım. Babam, Mehmet Ağabey'in uzattığı eli sıkmakta gecikmedi vee vet, biz taşınacağız, gerçi saat biraz uygun kaçmıyor ama, uzun yoldan geldik, artık sabaha hallederiz diye yanıtladı babam. Olur mu ya öyle? Hamdiyeee... Hamdiyeee... Gel hele gel! Bak yeni komşular geldi... Aloo... Gelsene... diye diye Hamdiye Teyze' yi önce evden, ardından bahçe kapısından çıkartıp bizimle tanıştırdı Mehmet Ağabey. Kısa bi konuşmanın ardından, Hamdiye Teyzelerin bahçesinde aldık soluğu. Eşyalarımız Mehmet Abinin yardımıyla bahçeye kadar taşınmış, babamın nakliyeci arkadaşına ödeme yapılmış ve yeni insanların yeni sohbetiyle başlamıştı bu kez gece. Babamın yüzündeki mutluluk görülmeye değerdi. Çaresizlikten, ne yapacağını henüz kestirememekten kaynaklıydı bu mutluluk. Büyük bir gemiyi kasabanın yeni ve küçük limanına sokmak gibiydi.
    Bazen işler yolunda gitmez. Hem de hiç gitmez. işi düzeltmek için bütün imkanlarını, bütün aklını kullanırsın o zaman geldiğinde. Şunu yaparsam şu olacak, eğer bu olursa bu da olur, bu da. Ama şunun olması lazım deriz hep. Sürekli yapacağımız, yapmak üzere olduğumuz işin sonrasının sonrasını görmek, ona göre hareket etmeye çalışırken işi batırmak. işte böyle bir karmaşa vardı babamın gözlerinde. Mehmet Ağabey'in her sorusuna ayrıntılı cevap veriyordu babam. Bir an önce tanışmak, kaynaşmak istiyordu belli ki. Bu davranışının sebebi hiç bilmediğimiz bir yere geldiğimizden dolayı kaynaklanıyor olabilir miydi? Bir an önce çevre yapmak için uğraşmak. Hamdiye Tezye kızının uyduğunu, ama sabah ilk iş beni onunla tanıştırmak olduğunu söyledi. Bütün gece bana söylenen tek cümle buydu. Elimdeki kafesi bir anlık masaya koydum. Onca çay bardaklarının arasında duran bülbülümüz sesini çıkartmıyordu. Ölmemişti. Yorgundu sadece. Hamdiye Teyze bülbülü kafesiyle birlikte elimden aldı. Suyunu koydu. Yemini bulmam için beni evimizin bahçesine yolladı. Bahçeden çıkarken, babam bir anda adımla seslendi. Demir bahçe kapısının eşiğinde durdum ve bir sonraki cümlesini kurmasını bekledim. Aylar sonra benimle ilk kez konuşmuştu. "Çaydanlığın içinde!".
    Tümünü Göster
    ···
  10. 11.
    0
    Hamdiye Teyzelerin tam karşısındaki mavi bahçe kapılı ev. Eski. Dokuz numara. Bu saatte taşınmak, bu saatte istanbul' da, daha içini bile görmediğim bu yeni ama eski ev, bize ne kadar şans getirebilirdi? Ne kadar mutlu olabilirdik? Acaba kendime ait odam olabilecek mi? Hakan Şükür'ün posterini, Galatasaray atkımı yatağımın başucuna çaprazlama bir şekilde duvara asabilecek miyim? Onca soruyla birlikte mavi bahçe kapısının önünde duruyordum. Yavaşça çamaşır ipinden yapılmış kilidini çektim. Kapı, yerde taştan yapılma bir kapağa takılarak yarıya kadar açıldı. Sokak lambası bahçenin sağ kenarını aydınlatıyordu sadece. Gözlerim, sarı ve loş bir ışıkta parlamasını umut ettiğim çaydanlığı arıyordu. Halılar, tepsiler, tavalar, çatal, bıçak. Hepsinin bir kenarı ya da köşesi parlıyordu. Aceleyle çıkmışız belli. Hiçbirine özen gösterilmeden toplanmış ya da toplatılmış eşyalar. Koli bile yok doğru düzgün. Çaydanlığı bulmam uzun bir zaman aldı. Arkamı dönüp girdiğim kapıdan çıkmak üzereyken kapının sağında bulunan, yavaşça yukarı doğru süzülen incir ağacını gördüm. ipi tekrar çektim ve kapının kilidinin oymasına girmesi için bekledim. Yerler gökyüzü gibi siyahtı. Artık adresimiz burasıydı. Aşık sokak.
    Sabah olmuş, babam ben uyanmadan kısa bir süre önce gitmiş. Gelecekmiş ama. Önce bir eve bakıyorum. Yerler kuru tahta. Ha kurtlandı ha kurtlanacak. Odanın bir penceresi evin köşede olduğunu anlatıyor. Kafamı camdan uzatıp çevreme baktığımda gördüğüm tek şey yine bir bayır. Zift dökmüşler kısa bir süre önce belli. Yer yer kabarıklıklar var yokuşun üzerinde. Karşı evde de yaşlı bir amca. Sinirli sinirli bakıyor bana. Kapatıyorum hemen pencereyi. Henüz takılmış, ütü kokan tülü örtüyorum amcanın üzerine. Bir müddet ince tül perdenin arkasından bakışıyoruz. Babam geliyor. Yanında iki usta ile birlikte geliyor. Oturma odasının altı kömürlükmüş. Ustaları, tahtaları söküp yeni tahta takmaları için getirtmiş. Ölçü alıp gidiyorlar hemen. Sabahtan kurulmuş televizyonun karşısına geçerek sofranın başında yerimi alıyorum hemen. Elimi yüzümü yıkamayı unutmuş olmalıyım ki, hoş, gerçi her zaman unuturum, annem uyarıyor. Odadan çıkıp karşımda duran ve bahçeye açılan kapı ile aramda iki ya da üç metre var. Kapının yanında hemen bir kapı daha. Kapalı henüz. Merdaneli, bulunduğum odanın kapısının sağ tarafında kalan mutfak tezgahının hemen altında. Bir oraya bir buraya savuruyor dün gece giydiğim kıyafetleri. Bahçeye çıkıyorum. Gece görmediğim, incir ağacının hemen yanındaki muslukla selamlaşıyorum. Çeşmeyi açtıktan çok sonra su akmaya başlıyor. Elimi yüzümü yıkıyorum. Annemin getirdiği havlu ile birlikte yüzümü kurularken gözüme mavi bir kapı daha ilişiyor. Annem, tuvaletin geldiyse git yap diyor. "Ellerini tekrar yıka ama tekrar, sonra sofraya. Çabuk." Çayı soğutmayayım diye bir an önce işe koyuluyorum. Açıyorum mavi kapıyı, işeyip çıkıyorum hemen. Selamlaşamadık. istemedim.
    Çakmaktaşlarla kahvaltı ediyoruz. Soğuk bir hava var içerde. Kapının ya da camın açık olmasından değil. Belirlenememiş bir problem, konuşulmamış şeyler var babamla annemin arasında. Biliyorum. gibtir ediyorum çakmaktaşları. Haşlanmış yumurtanın beyazını yiyor ve çayımı bitiriyorum. Babam sarısını da yemem için diretiyor. Baba ben uzun süredir sarısını yemiyorum diyemiyorum. Aynı cümle bu kez yüksek bir sesle tekrarlanıyor. Bırak çocuğu, sevmiyor o sarısını diyor Annem. Ardıma bile bakmadan bahçeye çıkıyorum. Eski evden kalma bir kaç oyuncak parçasını toplayıp zaman geçirmeye çalışırken, mavi bahçe kapısının kilidi oynuyor yuvasından. Bir iki denemeden sonra kapı tekrar taştan yapılma kapağa sürtüp açılıyor yarıya kadar. Hamdiye Teyze kızını getirmiş. ikisi de güler yüzlü. Tanışıyoruz. Bu yıl kısmet olursa beraber aynı sınıfta bile olabilirmişiz. Huuuuu diye sesleniyor Hamdiye Teyze kafasını bahçeye açılan kapıya doğru uzatarak. Huuuuu! Komşu! diye yineliyor. Annem, yıllarca verdiği o pozu düzeltiyor sonunda. Gülümseyerek, hoş geldin Hamdiye Abla, buyur gel kahvaltı ediyoruz diyor. Hamdiye Teyze, bırak kahvaltıyı, gel bize hadi, bişi yaptım bişi. Oturup yiyek. Kısır da yaparız. Remziye Abıla da gelecek diyor. Annem, bu inanılmaz teklifi reddetmeyip geleceğini söylüyor ve bakışları yıllık pozuna geri dönüyor.
    Tümünü Göster
    ···
  11. 12.
    0
    Her gün halı yıkanıyor sanki bizim sokakta. Açık deterjan ve suyun karışımı. işin içine sokakta girdi mi, işte o zaman o koku bizim mahalle oluyor. Ziftlerin arasında kalan su birikintilerinin rengi gökkuşağı gibi. Arada köpürüp kabına sığamıyor. Bir dahaki oyuğa kadar akıp gidiyor gökkuşağı rengindeki köpükler. Öğlen kimse çıkmıyor kapıya. Akşam üstü sanki herkes birbirine sabahtan haber vermiş gibi, bi kapının önünde toplanıyorlar. Sokakta en az iki tane çaydanlık yerini alıyor. Top oynatmıyorlar Mehmet Abinin arabasına gelmesin diye. Çizilir mizilir, kimse uğraşmasın istiyor. Doksan beş model Broadway. Arkası oldukça havada duran beyaz bir araba. Kapımızın hemen karşısında, Hamdiye Teyzelerin yan tarafında, mavi apartmanın korkuluklarının dibinde, iki-ikibuçuk metrelik dallarından ayrı bir ağaç gövdesi duruyor. Beton dökülmüş üstüne. Kimse uğraşmamış ağacı sökmek için. Dalları korkuluklara dolanmış olsa gerek, kesmişler ağacı. Ağaçtan arda kalan Y harfi şeklinde bir gövde. Hafif arkaya, korkuluğa yaşlanmış gibi. Topumla basket oynuyorum orada. Y'nin arasına atmaya çalışıyorum. isabet edince, korkuluklara çarpan top, geri geliyor. Sayı yapıyorum. Yeni çocuklarla tanışıyorum. Bir saate kalmadan Sega oynuyorum. Hiç oynamamıştım. Atari dahi oynamamıştım. Mario oynayalım mı sorusuna, Mario nedir bilmem diye cevap vermek, beni istemeden üzüyor. Yeni arkadaşım, birin ikisinden dörde, dördün ikisinden sekize geliyor kısa bir süre sonra. Bense yanması için bekliyorum. Yanıyor sonra. Bu kez ben oynuyorum. ikinci saniye daha, mantarı çıkartmak için vurduğum anda yanıyorum. Gülüyor arkadaşım. Çıkıp eve geliyorum. Ağlıyorum. On dakika geçmeden arkadaşım geliyor peşimden. Konu kapanıyor. Basket oynuyoruz. O da basketi bilmiyormuş. Ama ben gülmüyorum. Top sekmiyor bile. Nasıl güleyim. Bizim camın karşısında oturan amcayı soruyorum Metin'e. Recep Amcaymış. Deliymiş kendisi. Bir oğlu varmış ki, aman! Eve her gece farklı farklı kızlar atarmış. Çok bira içermiş. Arada Recep Amcaya bile vururmuş. Kavga edermiş sürekli. Denk gelmemeliymişim. Bir tokatta bayıltırmış.
    ···
  12. 13.
    0
    Bizim ev sokağın tam köşesindeydi. Yani en az iki sokağa pencereleri olması gerekirken, bizim evin sadece bir penceresi sokağa bakıyordu. Ev sahibimiz, yıllar önce evi ikiye böldürmüş. Bahçe kapısının baktığı sokağa, bizim evin penceresi bakmıyordu. Recep Amcanın balkonu ile penceremizin mesafesi üç-üçbuçuk metre kadar. Yani perdenin arkasına gizlenip onun ne yaptığını izlesem, beni yakalar. Defalarca yakaladı halbuki. Bir şey yaptığı da yok hani.Öyle dakikalarca uzun uzun kıpırdamadan bakar, dururdu. Recep Amcaların hemen sağında Lütfiye Teyzelerin bahçe kapısı, onun hemen sağında da Metinlerin evi vardı. Metin, kafası hep sıfır numara gezerdi. Sarışın, mavi gözlüydü. Gözleri genelde dolu dolu gezerdi Metin. Pek konuşmazdı. Konuştuğu zaman da saçmalardı. Yani kimse Metin'i dinlemezdi. Bir çok kez izledim Metinleri. Burak, Fırat, Cenk ve Metin her daim hafta sonu öğlen vakitleri bizim bu pencerenin önünde oynarlardı. Hatta Metin bir gün beyaz ranger olamadığı için ağlamıştı da. Annesi Huriye Abla'yı ilk o gün görmüştüm. Babasının olmadığını, annesinin de Eyüp'te dilencilik yaptığı söylenmişti. O gün Huriye Abla'yı ilk kez gördüğümde üzerinde bembeyaz kedi tüyleriyle bezenmiş koyu lacivert bir pardesü vardı. Son gördüğümde de. iki ablası, iki de ağabeyi vardı Metin'in. Hiçbir işe karışmayan, sürekli bakkala gönderilen Metin, bir gün elinde beyaz bir mağaza poşetiyle kapımızı çaldı. içeri buyur ettim ve olay kendiliğinden gelişti. Gözüm iliştiği anda içinde ne olduğunu merak ettiğim elindeki poşetini, iki-üç adım ilerleyip bahçenin ortasına bıraktı. Kapıyı kapatıp yanına yaklaştım. Beraberce gözlerimi bir an bile ayırmadığım Çetinkaya marka poşetin yanına oturduk. O gülümsüyor, bense merakla bekliyordum.
    ···
  13. 14.
    0
    Poşetin ağzını açtı ve içindekini yere döktü. Yaklaşık iki yüz elli-üç yüz tasoyla göz göze geldiğim an, artık oraya ait olduğumu anlamıştım. Tasolarım, taşınırken kaybolmuştu ve cebimde sadece yanımdan hiç ayırmadığım togepi tasosu vardı. Bilmiyorum, Togepi'nin sessiz ve sakin olması, sürekli kucakta durması, onu sevmem için iyi bir nedendi sanırım. Habire gülüyordu. Metin'e Togepi'yi gösterdiğimde güldü. Yüzlerce tasonun içinde eliyle koymuş gibi buldu Misty'i. Ardından Ash'i ve Brock'u. Bu kadar taoyu nereden bulmuştu? Üstelik ailesi fakir. Burada işi ne yoksa? Gıpgıcır Togepi tasoma karşılık on tane taso verebileceğini ve onunla oynamamı isteyen Metin, bir eliyle yerden tasolarını topluyor, diğer eliyle de kendi tasoma doğru uzanıyordu. Vakit geçsin diye kabul ettim. Zaten geri çeviremezdim, çünkü tasom, poşetine girmişti. Birlik, daha sonra ikilik, ardından üçlük ve yine ikilik oynadık. Elimde kafliğim ve bir taso kalmıştı. Hiç kepememiştim. Üstelik sinirlerim acayip bozulmuştu. Bir kere bile kepemeden, kökülmüştüm. Yere fırlattığım hafif ıslanmış olan kafliğimi elime almamla Metin'in kafliğine oynayalım mı demesi beni büsbütün delirtmiş, sinirden küfür edip, sonucunda kabul etmeme sebep olmuştu. Islanmış tasoyu eşofmanımla kuruttuktan sonra ortaya koydum. Metin de üstüne Togepi'yi koydu. Heyecenım artmış, Togepi'yi geri alabilmek için elime geçen bu fırsatı iyi değerlendirmek istemiştim. Res mi, tas mı diye sordu Metin. Tas dedim. Res geldi. Normalde ilk vuruşu bir önceki eli kepen yapardı ama Metin'in centilmenliği tutmuştu. Metin kafliğini fırlattığı gibi ikisini de döndürmüştü. En sevdiğim, yanımdan asla ayırmadığım tasomu on tane tasoya değer görüp satmış ve yavaş yavaş kepilirken çoktan pişman olmuştum. Üstüne üstlük kökülüp rezil olmuştum. Tasomu geri kazanabilmek için elime geçen o fırsatı değerlendiremeyip hüsrana uğrayan ben, farkında olmadan yirmi tasonun borcunu sırtıma yüklenmiştim. Çünkü Metin benim kafliğimi on taso değerinde görmüş, kendisi de eşit sayılabilecek kaflikle oynamıştı. Zaten o tasoyu kaybetmiş ve değer biçilen kafliğime karşılık Metin'e olan borcum yirmi taso olmuştu. Olmamalıydı. Yaptığım hata beni pişman etmiş ve oldukça üzmüştü. Herneyse, bu Metin'in ağabeyi serçe parmağının tırnağını kırmasından dolayı Recep Amca'nın oğlu Yalçın Ağabey ile kavgalıydı. Metin öyle sölemişti. Her akşam muhakkak birbirlerine saldırmasalar bile atışıp, bahçeden bahçeye küfürleşirlerdi. Pencereden bakıp, olanı biteni izlemeyi ne kadar çok istesem de, hiç açmadım o perdeyi.
    Tümünü Göster
    ···
  14. 15.
    0
    Belli mi olur sağları solları? Bana da sarmasınlar sonra. Zaten sürekli içiyorlar. Ya Metin, ya da Metinler’in yanındaki evde, akrabalarıyla yaşayan Cenk gidiyordu bunlara bira almaya. Yanında dediğime bakma. O sokak tamamen bayır. Yalçın Ağabey, tam bizim evin karşısındaki evinin balkonundan neredeyse her akşam Cenk'e sesleniyor, Cenk’te bayırın en başından Yalçın Ağabey’in yanına kadar iniyordu. Tekrar gerisin geri bayırı tırmanıp, köşeyi döndükten sonra sağda kalan Davut Bakkal’a gidiyor, aldığı şişe birayı tekrar Yalçın Ağabey'e vermek için o bayırı iniyordu. Evine tekrar gitmek için bayırı ikinci kez tırmanan Cenk, her akşam birbirinden farklı küfürlerle söylene söylene bizim pencerenin önünden geçiyordu. Birgün Cenk'in amcası dayanamayıp Yalçın abinin evine, kapısının önüne kadar geldi. Taner Amca, Yalçın Ağabey'den daha kısaydı ve Yalçın Ağabey'in onu kısa sürede haklayabileceğinin farkındaydı. O yüzden, her ne kadar sinirli olsa da sinirini göstermemeye çalışıyor, gayet kendinden emin bir halde Recep Amcalar’ın evinin kapısında bekliyordu. Yalçın Ağabey kapıyı elinde baltayla açtı. Ne diyeceğini şaşıran Taner Amca, bir an önce oradan gidebilmek için söyleyeceklerini bir bir, hızlı hızlı hararetli bir şekilde anlatıyordu. Ne diyon lan sen diye bağırarak kapıdan yarı çıplak çıkan Yalçın Ağabey, elindeki baltayı kaldırarak yine aynı şekil bağırdı. Belki altı-yedi kez ne diyon lan sen diyen Yalçın Ağabey'i duyan Birol Ağabey, bahçeden fırlayarak Yalçın Ağabey'in üstüne atladı. Balta yere düştü ve az ötede boğuşan Birol ve Yalçın Ağabey'i ayırmak üzere birkaç komşu evlerinden çıktı. Kan revan içinde kalak Yalçın Ağabey, deli dana gibi komşuların kollarında direniyordu. Merakla ve heyecanla o akşam üstü bütün olayı izledim. Olaydan yaklaşık yarım saat sonra polisler gelip her ikisini de alıp zütürdü. Üst komşumuz Remziye Teyzenin oğlu da, tanık olduğu için o akşam polisler tarafından karakola alındı. Metin'in her akşamı bu şekilde geçiyordu diyebilirim.
    Yaz-kış fark etmez, Metin her gün kapısının önünde yokuş aşağı oturur, ya bahçesindeki Huriye Ablanın beslediği kedilerle oynar, onlara otuz bir çektirir, canı sıkıldı mı kuyruğundan tutup havaya fırlatır, ya incir yer, ya da futbolcu kartlarıyla veya tasolarıyla oynardı. Kışları genelde bütün sokak toplanır, kardan buz tutmuş o bayırdan poşetlerle, leğenlerle, pimapen panjurlarıyla baştan aşağı kayardık. Recep Amcanın solunda, bizim çaprazımızdaki evde yaşayan Remziye Teyze bile çıkardı sokağa. Aynı bahçeyi paylaştığı kiracısı Adalet Abla ve oğlu Tunahan da bu takıma katılınca, on dakika geçmeden Remziye Teyzelerin aşağısındaki Nuriye Teyze, oğlu Ensar, kocası Tayfun Ağabey ve ardından onun aşağılarındaki komşular bile ellerinde poşetleriyle yorgun-argın bayırın başında alırlardı soluğu. Bu kadar kalabalığın içinde kaymak çok eğlenceli olurdu. Hamdiye Teyzeler, Emine Abla, Hakan, Esra, Sevda, herkes defalarca o soğuk kışa ve deli gibi esen rüzgarın gözlerimize soktuğu kar tanelerine aldırış etmeden tırmanır, kayardık. Kışları çok kar yağmadığından değildi bizleri bir araya getiren. Buzdu. Eğlenceydi.
    Kışları buz, yazları çaydı bizim mahalleyi bir arada getiren. Genelde annemin hiçbir komşusu yokuş aşağı oturmayı sevmediğinden, bizim kapının ya da Hamdiye Teyze'nin kapısının önünde otururlardı. Hamdiye Teyze'nin sağ, yan komşusu Emine Ablalar, solda da Nedim ve Numanlar oturuyordu. Emine Ablaların üst komşusu Nermin Teyze, kızı ve aynı zamanda sınıf arkadaşım Esra, küçük erkek kardeşi Erkanlar oturuyordu. Erkan kardeşimden iki yaş büyük, benden de üç yaş küçüktü. Yani dört yaşındaydı. Kardeşim daha konuşmayı bile çözemediğinden sürekli evde otururdu. iki yaşındaki bir çocuktan beklenilebilecek tek şey bu olsa gerek. Bazen annemin gözünün önünde olacak şekilde çıkar, karşı komşumuz Musa Ağabey'in oğlu Nedimle ve yan komşumuz Muhittin Ağabey'in oğlu Yavuzla top oynardı. Arada bu oyuna ben, Nedim'in ağabeyi Numan, Yavuz'un ağabeyi Resul ve ablası Bedriye de katılınca, Erkan ve ablası Esra, Hamdiye Teyzenin kızı Sevda da sokağa çıkarlardı. Kışları sadece karın yağıp, yerlerin buz tuttuğu nadide günlerde sokağa çıkan bu insanlar, yazları evlerine girmezlerdi. Muhittin Ağabey'in eşi Remziye Teyze, Hamdiye Teyze, Emine Abla, Nuriye Abla ve oğlu Ensar, Esralar, diğer Remziye Teyzeler, biz, hepimiz sokağa doluşurduk. Bizim sokakta tam üç tane Remziye Teyze vardı. Biri yan, biri üst, biri karşı komşumuz olan bu Remziyelerden ikisi, birbirleriyle küstüler. Üst ve karşı komşumuz olan teyzelerin oğlu ve kızı bir ara arkadaş olup, ayrılmışlar. Karşı komşumuz Remziye Teyzenin oğlu Selçuk Ağabey, Serap Abladan ayrılınca, iş buraya kadar gelmiş. Serap Ablanın ağabeyinin adı da Selçuk. Ama o işin aslını bilmiyormuş. Yazın, yaklaşık yirmi-yirmi beş kişinin sürekli kapı önünde oturduğu bu sokak, sürekli temizdi. Ne bir sigara izmariti, ne de bir çekirdek kabuğu. Herkes kendi kapısının önünü muhakkak her gün süpürüp, yıkardı. Bu yüzden bizim sokak, sürekli açık deterjan kokardı. Çaylar, yemekler, herşey musluk suyu kullanılarak yapılırdı. Zaten mahalleden sucu geçmezdi. Herkes suyunu çeşmesinden içerdi. Sucudan çok, hurdacı ya da sinek arabası geçerdi bizim mahalleden. Öyle bir kokardı ki o sinek arabası, iki sokak aşağı kadar inerdim peşinden koşarak. Kafam güzel olurdu. iki bayır çıkardım eve varana kadar. Tayfun Ağabey'in bakkalını, ardından Şaziye Teyzelerin evini, en sonunda da Nuriye Abla'nın evini tırmanıp sola döndüm mü, on-onbeş adım sonra, saçlarımdaki sinek arabasının sinmiş olduğu o kokuyla eve varırdım. Bir gün yine aynı şekilde geldim. Bahçeye girdim ve anneme yakalanmayayım diye saçlarımı yıkamaya koyuldum. Yan komşumuz Resul, sokaktan bana alaycı bir şekilde seslendi. Hafif ıslanmış saçlarımla bahçe kapısına doğru kafamı çevirdiğimde, kapalı tahta kapının aralığından Resul'ün beni sabırsızlıkla beklediğini gördüm. Çeşmeyi kapatıp kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı açtığımda Resul'ün sokağa dizdiği gazoz kapaklarını gördüğümde, gülümsedim. Taşındığım bu zamandan, birbuçuk-iki yıldan beri kimsenin gazoz kapağı oynadığını görmemiştim. Hatta daha öncesinde, simit sattığım zamanlarda da gazoz kapağı oynayanlar çok azdı. Tasoya gücü yetmeyen meşe, meşeye gücü olmayan gazoz kapağı oynuyordu. Aldığım on meşeye karşılık, verdiğim bir tutam macunu kavanoz kapağına yapıştırdığım zaman anlamış olmalıydım. Hem Resul'ü, hem de gazoz kapağı oynamayı. Aldığım on meşeyi sadece üç taso karşılığı satabilmiştim. Yollarda gazoz kapağı arayarak harcadığım onca zaman, şimdi Resul'ün beden almış haliydi. Dalga geçtim Resul'le. içerlendi. Arkasını dönüp gidecekmiş gibi yaparken, elindeki macundan ağırlığı yarım kilo olmuş kavanoz kapağını bana fırlattı. Kapıya çarparak büyük gürültü yaratan kavanoz kapağı, beni büsbütün korkutmuş ve şaşırtmıştı. Kavanoz kapağının ağırlığından anlamıştım. Onunki fakirlik değil, zevkti. Ama dayanamadım. Bahçe kapısının arkasında, bel hizam kadar bir yükseklikte dikili olan incir ağacının altından farkettirmeden bir taş alıp, Resul'e fırlattım. Taş, Resul'ün kafasına isabet etti. Çığlık içinde yere yığılan Resul ağlamaya, bağırmaya başladı. Hemen bahçe kapısını kapayıp, eve girdim. On dakika sonra bahçe kapımız açıldı ve Remziye Teyze'nin bağırışıyla annemin irkilmesi bir oldu.
    Güzel bir sonbaharın hafta sonunda yediğim bu dayak, akşama yiyecek olacağım dayağın habercisiydi. Annem sinirlenip, geçen gün Metin'e ettiğim küfürü babama ispiyonlamıştı. Babamın da dayağı üzerine tekli koltukta uyuya kalmışım. Gece Cine 5'in karıncalı yayına girmesiyle rüyam sona ermişti. Rüyamda ne gördüğümü hatırlamıyorum. Ama bir rüya gördüğümü hatırlıyorum.
    Bardaktan boşalırcasına yağan yağmurda bile top oynamak, evimizin önündeki taşa oturmak, plastik boruyla önüne gelen kediye iğneli fişek fırlatmak için vardım ben. Her mevsim çıktım sokağa. Sokağımdan ötesine gitmedim ama. Aşık sokak benim için en iyisi olmasa bile seviyordum. Mahalle maçlarında oynayamasam bile birkaç kez kaleye geçmişliğim vardır. Bizim sokaktaki Metin'in aracılığıyla oldu tabi. Bir daha da o özgüvenimi kırıpta gidemedim diğer maçlara. Zaten çağırmadılar. Halbuki duvardan gol atacak kadar aşağılıklardı. Bediş izleyip onların taklitlerini yapmaya çalışan kızlara asılan bu mallardan ne bekleyebilirsin?
    Yine de bu sokağın vedar-ı iftiharı olmaktan dolayı gurur duyarım. Metin'i bilemem.
    Tümünü Göster
    ···
  15. 16.
    +1
    ulan çok güzel yazıyorsun be; doyamadım.

    tek ricam giriş-gelişme-sonuç kısımlarından oluşturursan hikayeni ve attığın entryleri çok daha güzel olur bence.
    ···
  16. 17.
    0
    Yüz bin liranın arkasında, Atatürk'ün öğrencilere çiçek verdiği gün, kısa Marlboro'nun bir milyon yedi yüz elli bin lira olduğu gece. Babamla birlikte evden çıktık. Geziyoruz. Yeni iş yerine zütürüyor beni. Artık o da kahveci olmuş. Çay getirip zütürecekmiş. Bardak yıkayacakmış. Bütün işi buymuş. Ha bir de dükkanı kaparken yerin tozunu alacakmış öyle bir. Günlük iki milyona iyi işmiş. Zaten kira on üç liraymış. Yakında beni de okula yazdırıp, kalemimi, kitabımı, defterimi, suluğumu ve hatta az evvel önünden geçtiğimiz kırtasiyenin kapısının önünde asılı duran, Spider Man baskılı beslenme çantasını bile alacakmış. Gözlerimin orada takılı kaldığını fark etmiş olmalı.
    Okula başladığım günü hatırlıyorum. Beslenme çantam, yumurtam, meyve suyum ve suluğum, gri önlüğüm, yakam, herşeyim hazır. Çok yakın bir akrabamıza uğrayacakmışız, kahvaltı etmeye çağırmışlar. Oradan hemen benim okuluma, istiklal marşına yetişecekmişiz. Sokaktan çıkıp, tam karşımızda bulunan merdivenlerden oluşmuş bir sokağa giriyoruz. Basamaklar yol ilerledikçe artıyor, bitiyor ve yürüyoruz.
    ···
  17. 18.
    0
    Tekrar merdivenler. Eski, yıkık, çatısı olmayan, camı kırık olan evler. Nihayet varıyoruz. Kalabalık bizi bekliyor. Bana olan ilgi büyük. Koca kafama vura vura sevip, okşuyorlar. Suratıma oranla daha büyük olan kulaklarım ve yanaklarım kıpkırmızı kesiliyor. Önlüğümün yakasını açmışım, hafif serseriyim. Sıcak, ilgi, kalabalık beni mahvetti. Bu kadar ilginin üstüne azan ben, finalde çay bardağını tutamayıp, çayı pantolonuma döküyorum. Aynı sıcak ortam bu kez daha da ısınıyor. Babam ağzını açmıyor. Bakışları beni uyarıyor. Annem gülüyor. Gitmesin bari çocuk okula diyor Arzu Abla. Olur mu hiç öyle Arzu? Daha ilk günden ne bu böyle, olmaz diyor Babam. Emrah'ın sağda solda bir pantolonu muhakkak vardır, ben bir ona bakayım o zaman diye cevaplıyor Arzu Abla. iki üç dakika kadar külotla oturuyorum tahta sandalyenin üstünde. Merdivenler hala aşağı doğru iniyor.
    ···
  18. 19.
    0
    Elinde pembe ile yavru ağzı arasında bir pantolonla geliyor Arzu Abla. Başlıyorum ağlamaya. Herkes gülüyor. Babam kahkahalarla giydiriyor pantolonu zütüme. Diretiyorum, elini gösteriyor. Diretiyorum, elini bir daha gösteriyor. Diretmeye devam ediyorum ve o eli, sonunda koca kafamın arkasında sert bir şekilde hissediyorum. Kahkahalar devam ediyor. Boynumda asılı suluğum ve beslenme çantam, üstümde yeşil montum, zütümde pembe pantolon ve elimde kuşe kağıda basılmış Türk bayrağı ile birlikte okuyorum milli marşımızı. Ardından ağzımı oynatarak eşlik ediyorum Andımıza.
    ···
  19. 20.
    0
    Ölümün kimin başına, nerede ve ne zaman geldiğine tanık olmak çok şaşırtıcı. Hatta o kadar çok şaşırtıcı ki, şaşırdığını bile anlayamıyorsun. ikinci sınıfın sonlarıydı. Sınıf öğretmenimiz, yıllık ders progrdıbını bitirmiş olacak ki, dersin yirmi-yirmi beş dakikası şehir bulma ya da toplama çarpma oyunu oynamakla geçerdi. Hepimizin ismini tek tek okur, biz de tahtaya çıkardık. Öğretmenimiz, söylediği şehri en kısa sürede bulana, okulun kantininden cino alırdı.
    ···