/i/Başıma Geldi

Hayatta başınıza gelenlerden ibaret değil midir?
  1. 76.
    0
    Havanın kokusu içimizi ferahlatıyordu. Arabada kalan altı kişiydik. Ovacığa geldiğimizde kelepçeleri tekrar takmıştık. Takındığımız kelepçeleri tekrar çözdük. Her birimiz rahat rahat oturup, bacaklarımızı uzatabiliyorduk. Gece birden sabahın beşine kadar bozuk yolda seyir etmiştik. Asfalta çıkmış olmalıydık ki arabamızda çok rahat gidiyordu. Uykusuzluktan ölüyorduk. Birkaçımız uyuklamaya başlamıştı. Ben de uyumamaya inat edip küçük pencereden etrafı seyrediyordum. Kara yolları levhasında Araç yazısını görünce uyuyan arkadaşlarımı kaldırıp, uyanın geldik, kelepçelerimizi takalım dedim. Üstümüzü başımızı toparlayıp, kendimize çeki düzen verdik. Perişan ve çok eziyetli bir yolculuktan sonra Kastamonu - Araç Cezaevinin kapısına girmiştik. Arabadan torbalarımızla inerek askerlerin eşliğinde cezaevine girdik. Metristen hareket etmeden önce torbalarımızdan alınan jilet, çamaşır deterjanı, hap, ayna gibi malzemelerimiz iade edildi. Komutanımız, elindeki dosyaları gardiyana vererek, bizlere dönüp, sizleri sağ salim buraya getirdik, burası Metristen iyidir, Asilik yapmadığınız müddetçe cezanızı bitirir, hepiniz ailenize, ananıza, babanıza, sevdiklerinize kavuşursunuz, Allah hepinizi kurtarsın sözleriyle bizlerle vedalaşıp ayrıldı.

    25.07.1998 Cumartesi saat 18:40

    Artık yeni cezaevimize gelmiştik. Nöbetçi gardiyan ( ismini sonradan öğrendiğimiz ) Orhan Bey, bizleri teslim almıştı. Hepimizi elindeki listeyle ismen kontrol edip, bizleri gözlüğünün altından süzüyordu. Torbalarımız burada kalsın, karşı koğuşa girin, istirahathaneye bakın. Saat 20:00-20:30 arası nöbetçi arkadaş gelecek, o sizleri koğuşlara dağıtım yapacak. Karşımızdaki koğuştan bir mahkum arkadaş bizleri görüp, Ağabeyler, hoş geldiniz, geçmiş olsun diyordu. Bizler de tek tek eyvallah, sağ olasın, sana da geçmiş olsun dedik. Biraz sonra elinde bir demlik çay ve bardakla yanımıza geldi. Sıcacık çay bizi memnun etmişti. Her birimiz sırayla çeşitli sorular sorup cevap almaya çalışıyorduk.
    Mahkum arkadaşın karakterini, idarenin tutum ve davranışını, yemek, banyo, ziyaret ve telefon durumunu çeşitli ihtiyaçlarımızın nasıl karşılanacağı hakkında bilgi ediniyorduk. Kötü bir yönü bulunmadığını söyledi. iyimser tavırlarıyla sorularımızı cevaplandırdı. Biz mahkumlar kendi aramızda ne kadar iyi geçinirsek, idare personeliyle de aramız ne kadar iyi olursa, bu ceza burada biter düşüncesine hakimdik. Çaylarımızı içip bitirdiğimizde yanımızdan ayrılıp koğuşuna gitti.
    Bizler şimdilik baş başa kalmıştık. Oturduğumuz yerden görebildiğimiz yerleri süzüyorduk. Koğuş küçücük, içinde iki tane altlı üstlü ranza, ( ranzalarda yatak yok ) kıştan kalma bir odun sobası, küçük bir tuvaleti, aralıklı adımlarımla ölçtüğüm altıya on küçük bir bahçesi, mutfağı ve banyosu bulunmayan, taştan örülme eski virane bir binayı andırıyordu. Allahım burada biz ve bizim gibi insanlar nasıl yaşar diyorduk. Etraftan hiçbir ses gelmiyordu. Şehir dışında ağaçların altında olduğumuz belliydi. Bulunduğumuz koğuşun sağ cephesinde uzun uzun kavak ağaçları görebiliyorduk. Kavak ağaçlarından çeşitli şekilde kuş cıvıltıları ve ötüşleri geliyordu. Bu sesler kulağıma çok hoş gelmişti. Bir müddet kuş seslerini dinledim. Bizi teslim alan nöbetçi gardiyana seslenerek, sayım abim, hepimiz evli barklı, çoluk çocuk sahibi insanlarız, Metristen apar topar çıkartılıp, buraya sevke geldik, ailelerimizin haberi yok, mümkünse evimize telefonla bizlerin buraya geldiğini haberdar et diye yalvarıyordum. isteğimizi kabul etti. Ben ve diğer arkadaşlarım, sigara kağıdına telefon numaramızı ve ismimizi yazıp, parasıyla birlikte gardiyana verdik. O' da, ben bu numaraları arar, buraya geldiğinizi belirtirim. Onlardan alacak olduğum cevabı da Pazartesi nöbete geldiğim zaman söylerim dedi. Evimize haber verileceği için de memnunduk.
    Tümünü Göster
    ···
  2. 77.
    0
    Saat 20:30’da diğer nöbetçi gardiyan elindeki listeyle yanımıza gelmişti. Arkadaşlar geçmiş olsun deyip, isim kontrolü yaptıktan sonra sizleri koğuşlara dağıtacağım dedi. Bizler de, memur bey hepimizi aynı koğuşa veremez misin? Bizler ayrılmak istemiyoruz dediysek te, mümkün olmadığını, dört koğuşumuz var, hepsinde birer ikişer boş yatak var, mecburen ayrılacaksınız dedi.
    Beni yanına çağırarak, torbamı ve üstümü didik didik aradıktan sonra üstümdeki parayı da fazla bularak, emanete alıyorum deyip, seni koğuş ikiye veriyorum dedi. Yabancı kişilerle karşılaşacağımdan bir endişe hissediyordum. Çekine çekine besmele çekerek, koğuş ikiye girdim. Erkenden kalkan üç-beş kişi bahçede oturuyordu.
    Arkadaşlar, selamünaleyküm, hayırlı sabahlar, hepinize geçmiş olsun diyerek, oturdukları yere doğru ilerledim. Hep bir ağızdan, aleykümselam, sana da geçmiş olsun, hoş geldin dediler. Buyurun, oturun dendi. Tek tek isimlerini söylediler. içlerinden birisi, benim adım Paşa, Ezincanlıyım, bu koğuşun mümessiliyim. Önce karnını doyuralım, sonra da banyonu yaparsın. Yemek ortağını da seçelim, daha sonra uyur istirahat edersin dedi.
    Ekmek, peynir, zeytin ve baldan oluşan kahvaltım gelmişti. Kahvaltımı yaparken bir taraftan mümessile, ben yemek yapmasını bilmem, aşçılığı olan birinin yanına verirsen iyi olur, bakkal alışverişinin nasıl yapıldığını, arkadaşların nasıl bir insan olduğunu, koğuş içi uyulması gereken kuralların olup olmadığını vs. sorular sorarak cevabını almaya çalışıyordum. Cevapların isteğim doğrultusunda olmasıyla endişemin yersiz olduğuna kanaat geldim. Koğuşta tek tek uyanan arkadaşlar bahçeye çıktığında yabancı yüz siması olarak beni görüyordu. Yanıma uyananlar gelerek geçmiş olsun arkadaş diyenlerle tokalaşıyor, size de geçmiş olsun diyordu. Mümessil Paşa Ağabey, ( yaşça benden büyük ) yemek ortağımı tespit edip, Mesut ve Bülent’e bu ağabeyiniz yeni geldi, sizinle yiyip içecek dedi.
    O kadar çok uykum vardı ki bir an önce yatıp uyumak istiyordum. Hafta sonları sabahleyin sayım geç yapıldığından, yatanların olduğu söyleniyordu. Ben de, onların kalkmasını bekliyor, tanışalım, birdenbire yatmak ayıp olur diye düşünüyordum. Benimle koğuş mevcudu on altı kişiydi. Çaktırmadan mevcudu saydım. Demek ki hepsiyle tanışmışım diye içimden geçirdim. Ağabeyler ben yatmak istiyorum, çok yorgunum dediğimde ranzam gösterildi. Fakat yatak yoktu. Çift yatakta yatanın yatağını aldık. Yatağa da yatak demek için bin şahit lazım. incecik, üç katlı battaniyeden farkı olmayan yatağı serdim. Battaniye istedim. idarenin battaniyesi yok, sen getirmedin mi denildi. Metristen Zeki Kanar Ağabey iyi etmişti ki, battaniye vermişti diyordum içimden. Saat onda yatağımı yapıp hemen uykuya daldım. Saat dörtte yemek ortağım, hemşerim kalk yemek yiyelim diyordu. Yemeğimizi yiyip çayımı da içince kendime gelmiştim. Altı saat uyku da yeterli gelmişti. Koğuşumuzda bir arada ikişerliden altlı üstlü sekiz ranza, küçük bir masanın üstünde televizyon, bir yemekhanesi ve sekiz kişilik bir yemek masası, mutfağı ve tuvaleti vardı. Eski bina olduğundan her yeri yıkık döküktü. Ranzaların görüntüsü hiçte hoş değildi. Eşya dolabı bile yoktu. Duvarlara çivi çakılmış, gazete kağıdı yapıştırılmış, pantolon gömlek gibi eşyalar buraya asılmıştı. Diğer valiz ve torba gibi gereçler de ranzaların altına sıkıştırılmıştı. Çelik dolaplardan üç tanesi erzak dolabı olarak kullanılmakta. Altı göz dolabın hepsi kilitliydi. Çünkü dolaplardan öte-beri çalınmasın diye bu yola başvurmuşlar. Bahçede, çöp bidonlarının kapağı olmadığından sinekler cirit atıyordu. Koğuşun içi sineklerle dolu olduğundan gündüzleri uyuyamıyordum.
    Tümünü Göster
    ···
  3. 78.
    0
    Akşamları saat sekizden sonra, grup aşçıları yemek yapmakla meşgul oluyor, ufacık yemekhanede hareket alanı olmadığından, aşçıya yardım eden pek olmuyordu. Aşçılar yemek yaparken diğerleri voleybol oynuyordu. Bu koğuşta bulunanların bir gününü nasıl geçirdiğini, aşağıdaki şekilde açıklayabilirim.
    Sabah 08:30-09:00 arası sayım yapılmakta, mecburen hepimiz kalkmak zorundayız. Sayım verildikten sonra isteyen tekrar uykuya dalıyor, uyumayanlar tek başına veya yemek ortağı ile kahvaltısını yemekhanede veya bahçede yapmakta. isteyen sabah sporu yapmakta; sabah mahmurluğu üzerinde olan arkadaşlarımın çoğunluğu el işi yapmakla meşguldu. Ben dahil üç yaşlı amcanın haricindekiler gemi, bocuktan çanta, kartondan ev, yünlük iplik, araba, koltuk örtüsü, yağlı boya resim gibi el işleriyle meşguldu. Yorulana kadar ellerinden düşürmüyorlardı. Arada bir çay molası veriyorlardı. Öğlen yemeği saat iki-üç arası yenilmekteydi. Yemekten sonra tavla, domino oynamakta, yenilen çay demleyip, tüm koğuş içmekteydik. Öğleden sonra yaşlı amcalar uykuya yatıyorlardı. Akşam sayımına kadar bahçemiz açıktı. Bahçenin dikdörtgen boyunda aralıklı adımlarımla gelmekteydi. Yüksekliği iki metre civarındaydı. inşaat demirleriyle aralıklı baklava şeklinde kapatmışlar. Voleybol oynarken çok zorlanıyorduk. Servis atarken veya topu pasöre dikerken demirlere deymesi oyun konsantremizi bozuyordu. Gün boyunca çoğumuz bahçede oturuyordu. Gündüzleri televizyon seyreden yoktu. Af gündemde olduğundan, saat başı haberleri yaşlı amcaların kaçırmayıp edindikleri bilgileri bizlere aktarıyordu. Civardan, rüzgar olduğu zaman kavak ağaçlarının hışırtısından başka şey duyduğumuz yoktu. Sabahları da kuş sesleri dinliyorduk. Yaz olduğundan havalar çok sıcaktı. Bütün pencereler açıktı. Binanın dışından üç tane kedi damdan atlayarak ziyaretimize geliyordu. Çöpler bahçede olduğundan karınlarını doyurmaya geldikleri belliydi. Kediler vahşi olmadığından, kucağımıza alıp seviyorduk. Koğuş pencereleri yirmi dört saat açık olduğundan, bazı geceleri yatağımıza geldikleri de oluyordu. Akşam üstü saat altıdan sonra minyatür kale futbol oynamaktaydık. Top oynamaya başlamadan önce banyo suyunu ısıtımla ısıtmaya çalışıyorduk. Saat 18:30-21:00 arası mecburiyetten koğuşa kilitleniyorduk. Yemekten sonra isteyen el işine devam edip, isteyen televizyon seyretmekteydi. Uyuyamayanlar yemekhanede toplanıp, çeşitli konular üzerinde yorum yapıp, kırıcı olmadan fikir alışverişi yapıyorduk. Bazen hararetli anlarımız da oluyordu. Çeşitli bilmece ve fıkralarla gecenin ikisi, üçü olduğunda, uykumuz geldiğinde yatıyorduk. Her günümüz bu şekilde geçmekte. Kapalı ve dar bir alanda başka bir şey yoktu.
    Tümünü Göster
    ···
  4. 79.
    0
    ilk iki günüm bana çok sıkıcı gelmişti. Yavaş yavaş arkadaşlarıma uyum sağlamaya çalışıyordum. Koğuşta beş yerli mahkum, kalan kişiler de çeşitli memleketten olup, istanbul’dan buraya sevkle gelmişlerdi. Bugün buraya geleli dördüncü günümdü. Can sıkıntısından ne yapacağımı bilemiyorum. Sıcaktan ve sinekten uyuyamıyor, küçücük bahçede sürekli volta atmaktan, bir ileri bir geri gelmekle başım dönüyordu. Zaten volta atmayı da sevmiyordum. El işi yapanların yanına oturuyor, sıkıldığımdan kalkıp elime kalemimi alıp, günlüğüme devam ediyordum. Bu da beni rahatlatıyordu. Koğuştaki arkadaşlarımın suçları değişik tipteydi. Kimi trafik kazasından, kimi hırsızlıktan, kimi silah bulundurmaktan, kimi yaralamaktan, kimi de zimmetten ( o da benim ) yatmaktaydı. Burada bulunanların içinde en uzun cezalı olanlardan biri Rizeli Muhsin ( kırk ay ), biri de ben ( 22 ay ), diğerleri de üç, dört, sekiz, on, on dört ay gibi cezalarla gelmişler. Mahkumiyet günleri çok zor geçiyor. Evinde kilometrelerce uzakta olmak, anam, babam, bacım, kardeşim, eşim, çoluk çocuğumu düşünmek, dış dünyadaki ortamları hayal etmek, insanı ister istemez üzüntüye zütürmekte. Bu yüzden bazılarımız kendini el işine vermekteydi. Kastamonulu Uğur kardeşimizin elinden yağlı boya, fırça ve kalemi düşürmeyip, gece gündüz sürekli resim yapmaktaydı. Rizeli Muhittin gemi ve evle, Diyarbakırlı ismette sürekli boncuk örmekteydi. Af yasası çıkmassa bu gidişle ben de bir şeylerle uğraşmak zorunda kalacağım. 15 Temmuz’dan bu yana basın ve görsel yayından düşmeyen af kanunu hepimizin umut kapısı olmuştu. On dört günden bu yana hala bir sonuca varamadılar. Büyük olasılıkla Cumhuriyetimizin 75. yılına isabet eden 29 Ekim’e yetiştirileceği haberi, içimizde bir an olsun buruk sevinç yaratıyordu. Çünkü hepimiz bir an önce buralardan çıkıp kurtulmak istiyorduk. Gün boyunca yatana kadar konumuzun çoğu af kelimesiydi. Meclis tatile girene kadar ( 31 Temmuz’a kadar) bir yasa çıkmadıysa hepimiz kendimizi 29 Ekim’e endeksleyeceğiz.
    ···
  5. 80.
    0
    Bugün 29 Temmuz öğleden sonra bir koğuşa misafirliğe gittim. istanbul’dan buraya gelirken altı kişi gelmiştik. Üç kişiyi Koğuş 1' e, bir kişiyi Koğuş 2' ye, diğer iki kişiyi de Koğuş 3 ve Koğuş 4' e vermişlerdi. Birinci ve ikinci koğuş mahkumları birbirlerini pencereden görebiliyordu. Tuncay Kaya ve Ali birinci koğuştaydı. Her gün uzakta uzağa da olsa selamlaşıyor, birbirimizin hal ve hatrını soruyorduk. Tuncayın 4/12 nöbetçi gardiyanından izinli olmasıyla birinci koğuşa ziyarete gittim. Oradaki kişilerle tanıştım. Çaylarını ve sigaralarını içtim. iki saat kadar sohbet edip dertleştik.
    ···
  6. 81.
    0
    Bugün 29 Temmuz Çarşamba

    Buraya geleli tam beş gün olmuştu. Kirli çamaşırlarımı biriktirmiştim. Kısa sürede bir af yasası çıkar düşüncesiyle çamaşır yıkamak istemiyordum. Yapılacak bir iş bulamadığımdan, vakit geçsin diye çamaşırlarımı yıkadım. Hava çok sıcaktı ve bahçede durulmuyordu. Güneş çekilene kadar beş-altı arkadaş yemekhanede oturup sohbet ettik. Burada da hasta olmak yok. Hastalanıp dilekçe verdin mi, beş-altı gün sonra doktora zütürüyorlarmış. Bu yüzden hasta olmamam için bol bol Allaha yalvarman gerekiyor diyorlardı. Konuşmalarımızın çoğunluğu af içerikliydi. T.B.M.M 31 Temmuz Cumartesi günü tatile girecekti. Hepimizin umudu, bu tarihe kadar affın çıkmasıydı. Çeşitli yorumlarla kendimizi haklı çıkarmaya çalışıyorduk. Gazeteleri okuduğumuzda af konularında halkın tepkisini, görüşlerini okudukça hepimiz sinirleniyorduk. Af konusu geniş kapsamlı bir kelime olduğundan, herkes kendi yönüne göre ( mağdur ve sanık ) değerlendirmeye çalışıyordu. Ve gün geldi çattı. 31 Temmuzda T.B.M.M tatile girdi. Hepimizin hayali (erken af ) suya düşmüştü. Artık gözlerimizi 29 Ekime dikmiştik. Çünkü Cumhuriyetimizin 75. yıl yıl dönümü itibariyle ortaya atılan ( kısmi veya genel de olsa ) bir af yasası vardı. Günlerce basın ve televizyon kanallarından düşmeyen af yasası hazırlanamamıştı. 1 Ekimde T.B.M.M'nin açılmasıyla ele alınacak yasalardan bir tanesi diye beyanlarda bulunulması, biz mahkumları 29 Ekime endekslemişti. 1 Ağustostan itibaren, iki ay saymaya başlıyoruz. 1 Ekim - 29 Ekim arası patlatılacak bir bomba, hepimizi ailelerimize, özgürlüğümüze kavuşmamızı sağlayacak. Aksini düşünemiyoruz. Ortaya atılan bir yasanın gündem dışı kalması, cezaevlerinde olmadık olayların önüne geçilemeyeceği gibi, affın da bir seçim yatırımı olduğu kanısındaydık. Artık bunu zaman gösterecek.
    ···
  7. 82.
    0
    31 Temmuz Cuma, buradaki ilk ziyaret günüm. Yolun uzak ve maddi durumumuzun zayıf olmasından, ziyaretçimin gelemeyeceğinin bilincindeydim. Yerli ( Kastamonu ve ilçeleri dahil ) mahkumlar erkenden kalkıp hazırlığını yapmışlar, ziyaretçilerini bekliyordu. Saat 09:30’da başlayan ziyaret akşam beşe kadar sürmüştü. Koğuşumuzdaki gurbet mahkumu Nevzat Dayının ziyaretine hanımı, kızı ve torunları gelmişti. Yazmış olduğum notta evimi aramalarını, benim iyi olduğumu, merak edilecek bir durumum olmadığını ve selamımın iletilmesini, Araç PTT Müdürüne yazmış olduğum mektubumun bizzat kendisine verilmesini istemiştim. Ziyaret, aralıklı demir parmaklarla bölünmüş, cam bölmesi olmayan küçük bir salonda yapılıyordu. Mahkumlardan çocuğu olanlar çocuklarını yanına alıp, hatta koğuş içine ve bahçeye de alıp, sevip, koklayıp, öpüp okşayabiliyordu.
    ···
  8. 83.
    0
    Koğuşumuzdaki yerli mahkumlardan Nevzat Baltacı, altı yaşındaki kızı Merve’yi akşam saat beşe kadar yanında tutması, onu sevip okşaması, beni çok duygulandırmış ve arkadaşlardan gizli gizli ağlamama neden olmuştu. 37 gündür evlatlarımdan uzak oluşum yüreğimi dağlamıştı. O gün akşama kadar Merve, bizlerin maskotu olmuş, her birimiz bir şeyler ikram etmeye ve onunla şakalaşıp konuşmaya can atıyorduk. ikramlarımız çay, kola, fanta, bisküvi, kavun, karpuz, üzüm ve şeftaliydi. Mervenin çocuksu hareketleri ve konuşmaları hepimizi güldürüyordu. Beş-altı saat yanımızda kalmasıyla mahkumiyetimizi unutmuştuk. Bu da cezaevinde bulunmanın ve gardiyanın inisiyatifine kalmış bir örnekti. Buradaki gardiyanlarımızın iyi niyetli oluşu, yerli ve gurbet mahkumu ayrıcalığını yapmayacağına kanaat gelmiştim.
    Akşam 20:30’da sayım yapılıp, koğuşumuza kilitlenmiştik. Binanın taştan örülmesi bile terlememizi engelleyemiyordu. Çok sıcak vardı, kimimiz gün boyunca iki-üç sefer banyo yapıyorduk. Akşam yemeği yendikten sonra; ziyaretçileri gelen ağabeylerimiz, meyvelerden oluşan bir sofra hazırlayıp, hep birlikte yedik. Yatmam gece saat üçü bulmuştu.
    ···
  9. 84.
    0
    01.08.1998

    Genelde hafta sonları sabah sayımı yapılmıyordu. Yine de erkenden kalkmıştım. Yemek ortaklarımdan Bülent ile Mesut uyumuyordu. Tek başıma; zeytin, domates, tere yağdan oluşan sabah kahvaltımı yapmıştım. Gece, görmüş olduğum rüyalarımı kafamda canlandırıyor, kendi kendime yorumlar yapıyordum. Buraya ilk geldiğim gün bizi teslim alan gardiyan Orhan Ağabeye, ısrarlarım sonucu eşimi aramasını istemiştim. O da eşime 1 Ağustos Cumartesi günü saat 09:00 öğlen 16:00 arası ben nöbetçiyim, eşimi ararsan seni görüştürürüm demiş. Bana da bu şekilde anlattığında çok sevinmiştim ve bugün için eşimden telefon bekliyordum. Sakal bırakmayı düşünüyordum. 15 günden bu yana da sakal tıraşı olmamıştım. Cildim alışık olmadığından sürekli kaşıntı yapıyordu. Bugün de sakallarımı keseyim dedim. Bir perde tıraş olmuş, ikinci perde için yüzümü sabunlarken nöbetçi gardiyan Orhan Ağabey, postacı telefonun var demesi beni heyecanlandırmıştı. Koğuştan yüzüm sabunlu çıkıp, ziyaret salonuna telefonun başına geçtiğimde, hanımın arıyor, yavaş sesle konuş demesi, içimde hafif bir ürperti de yaratmıştı. Çünkü yasak olan bir kuralı çiğniyorduk. Ahizeyi kaldırdığımda, eşimin "Alo" sesini duymam içimi hoş etmişti. Nasılsın? iyi misin? Herhangi bir şeye ihtiyacın var mı? gibi karşılıklı olarak konuşmamızı kartım bitene kadar sürdürdüm dedi. Ben soruyor, o cevaplıyordu. Oğlum Mehmet'i sordum. Annem, babam ve Mehmet evde uyuyorlar. Ben Mert'le erkenden kalıp, Eyüp Camii’sinin yanına ankesörlü kulübelere gelip, seni aradım, bak telefonu Mert'e veriyorum. Seni çok özlüyor, her kelimesinde baba, baba diye sayıklıyor, birazcık oğlunla konuş dediğinde göz yaşlarımı tutamadım. Ağlamaklı sesimle, oğlum Mert, ne yapıyorsun? iyi misin demeye çalışıyordum. Dört yaşındaki oğlumun, baba gelsene demesiyle cezaevinin üstüme yıkılışını hissediyordum.
    ···
  10. 85.
    0
    Eşime, maddi ve manevi durumunu sorduğumda; manevi yönden elbette babasız olmamız bizleri üzüyor, yanımızda olman bir başka, uzaklarda, hapislerde olman bir başka. Maddi yönden pek sıkıntı çekmiyoruz, kardeşin isa, ağabeyim çıkana kadar evinizin kirasını ben ödeyeceğim, ufak tefek sıkıntınızı gideririm demesi bizi rahatlatıyor, babamın da emekli maaşı var, bize yeter; idare etmeye çalışacağız, sen de idareli olmaya çalış, biraz az sigara iç diyordu. Bu arada Orhan Ağabeye dönerek, beni telefonla yine görüştürebilir misin? Nöbetin ne zaman diye sorduğumda, hafta Cuma günü arasın demişti. Eşime de belirtip Cuma günü için randevu almıştık. PTT' den arkadaşlarını Halit ve Aykut ve de kahvede çalıştığın patronun ziyaretimize geldi. Almamakta direndiysem de hepsi beşer milyon verdi. Paraya ihtiyacın varsa on beş gün sonra tekrar göndermek üzere beş milyon göndereyim diyordu. Ben de, şimdilik beş milyon yeterli. Her ne kadar idare etsem de, bir eve, bir aile ne gerekiyorsa sınırlı da olsa alıp, yiyip içmek zorundaydı. en yakın arkadaşım sigara, üzüldüğümde, ağladığımda, canım sıkıldığında sigara yakıyorum. Yine de idareli olmam gerekiyor, merak etme. Soranların cümlesine selamlarımı ilet, gelecek Cuma günü beni arar mısın dediğimde kartı bitmişti. iki dakika kadar tekrar arar diye bekledim. Maalesef aranmadım. Kart bulamamıştır diye düşündüm. Telefonda eşimin ve oğlum Mert'in sesini duymak; beni çok mutlu etmişti. Bu moralle, haftaya Cuma gününe kadar kendimi avuturum diye düşünüyorum.
    ···
  11. 86.
    0
    2 AĞUSTOS 1998

    Nevzat Dayının ziyaretçisine, gardiyanlardan gizli Araç PTT müdürüne verilmek üzere bir mektup vermiştim. Yazmış olduğum altı sayfalık mektubumda, geçmişimde örnekler vererek, bazı ihtiyaçlarımı belirtip, mümkünse ziyaretime gelmesini rica etmiştim. PTT' ye vermiş olduğum hizmetlerimden dolayı kendimi PTT kimliğinden sıyıramamıştım. Meslektaş düşüncesiyle, elini vicdanına koyup, gurbet mahkumunu sevindirir diye, gözlerim ziyaretçi penceresinde, kulaklarımda gardiyanın sesindeydi. Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri gelenim olmadığımdan, mektup eline ulaşmadı veya hafta içi gelir veya ister gelsin ister gelmesin diye kendi kendime homurdanıp durdum. Yine de, gelir diye kulağım her an gardiyanın sesinde. Buradaki arkadaşlara ve ağabeylere yavaş yavaş ısınmaya başlıyordum. Bir odada on altı kişi yaşıyorsak dargınlık kızgınlık olmadan bu cezayı bitirmeliydik. Çoğu ile sohbet ediyordum. Prensibim; hal ve hareketlerimin seviyeli, ölçülü, konuşmalarımın da terbiyeli ve üsluplu olmasıydı. Çoğu kez yalnız kalmayı tercih ediyordum. Koğuşa alınan Milli Gazete ve Türkiye Gazetesini en son ben alıp, dikkatimi çekmeyen yazıları bile en ince ayrıntısına kadar gazeteyi okuyordum. Gazetelerin bilmecelerini kesip, biriktiriyordum. Canım sıkıldığında dikkatimi bulmaca çözmeye veriyordum. Zaman zaman da bir tek Uğur' la tavla oynuyordum. Tavla oynamayı bilmese de vakit geçirmeye çalışıyorduk.
    Yemek ortaklarımla halen içli-dışlı olamadım. Mesut' un herşeyin iyisini ben bilirim havası, her konuda söze atılıp şöyle olmuştu, böyle olması gerekirdi gibi laf ebeliği yapması, Bülent' in de ağalar gibi yatıp uyuması, her öğün yemek yemeye çağırmamıza karşılık sallana sallana gelmesi, beni ve Mesutu kızdırıyordu. Fakat her ikisine de kızgınlığımı belli ettirmiyordum. Ortaklarıma ilk günden kendilerine, sabah, öğlen ve akşam yemek saatini belirleyelim demiş, önerim kabul edilmemişti.
    ···
  12. 87.
    0
    Üçümüz de sabah kahvaltısını ayrı ayrı yapıyorduk. Sabah sayımından sonra Mesut ve Bülent tekrar yatıyordu. Ben uykumu aldığımdan kahvaltımı yapıyordum. Mesut saat 21:30-22:00 gibi kalkıyor, Bülent'te öğlen yemeğine yakın, zorumuzla kalkıyor ya öğlen yemeği yiyor, ya da kahvaltı yapıyordu. Mesut, kendini yemek yapmaktan sorumlu tutmuş gibi gözüktüğünden ve ben her seferinde yardım edeyim mi diye sorduğumda kabul etmiyordu. ilk bir haftamda, sabah kahvaltısından sonra, ben de uyuyordum. Mesut öğlen yemeğini hazırlamış, sofrayı kurmuş Bülent ve beni yemeğe davet ediyordu. Ben hemen kalkıyordum. Oysa Bülent' in baş ucuna iki-üç sefer gitmek gerekiyordu. Bu görev de benimdi. Bir gün öğlen yemeğinden sonra; Mesut'un; şahsıma karşı tehdit edercesine dokunaklı sözlerine içerlenmiştim. Bana; Burhan, cezan uzun. Af çıkmadığını düşünürsek, sen bu cezayı yatamazsın, bie melemen bile pişirmesini, bir makarna yapmasını bilmiyorsan aç ve sefil kalırsın, böyle devam ederse; yemek ortaklığından da vazgeçerim diyordu. Ben de, sözlerin doğru olabilir. Kimse acından ölmemiş. Zeytin ekmekte yesem karnım doyar, kimseye minnet ve yükte olmak istemem. Yemek yapmasını bilmiyorsam suç mu? dediğimde, alındığımı anlamış olacak ki, arkadaşım, ben senin iyiliğin için söyledim. Benim şurada kırk günüm kaldı. Gidene kadar beraber yer, içeriz diyordu. Mesut' un bu sözleri beni kızdırmıştı. içimden yemek ortaklığından ayrılasım geliyordu. ileriki günlerde de bu tip şeyler söz konusu olursa kesin kez ayrılmayı düşünüyorum. Geldiğim günden beri her gün saat 08:30’da kalkıyorum. idarenin vermiş olduğu, kişi başına bir adet ekmek yeterli gelmediğinden, üçümüz için üç ekmeğin haricinde günlük olarak iki ekmek fazla alıp, ücretini ben ödüyordum. Bir gün olsun erken kalkıp, ekmek aldıklarını görmedim. idare, ayrıca her gün için iki yüz yetmiş üç bin liralık günlük istihkak veriyor, haftalık olarak tanzim edilen kumanya, bakkal tarafından cezaevine getiriliyordu. yemek ortaklığı kaç kişiyse, iki yüz yetmiş üç bin çarpı kişi adeti tutarı şeklinde kumanya ihtiyacımızı gideriyorduk. Koğuş içinde erzağı biten birbirinden borç alıyordu. Manav türündeki ihtiyaçlar ise özele girdiğinden yekün aramızda pay ediliyordu. Bizim grupta da bu işle Mesut ilgileniyordu. Kumanya ve manav listesini hazırlayıp erzaklarımız geldiğinde, limiti aştığımızdan, bakkal tarafından ücret istendiğinde bir milyon altı yüz bin lira için Bülenti yanıma göndermiş ödememi istiyorlardı. Ve ödedim de. Mesut ve Bülent gelen erzaklarım dolaba yerleştirirken tanzim edilen listeyi de kontrol ediyorduk. Listeyi kontrol ettiğimde istihkamımız, bir kişi, iki yüz yetmiş üç çarpı yedi gün eşittir bin dokuz yüz on bir, çarpı üç kişiyiz, o da eşittir beş bin yedi yüz otuz üç tutarındaydı. Fazlalık kumanya ve manav listesi fiyatı da eklendiğinde iki milyon yüz bin liralık ücretin aramızda pay edilmesi gerekirken; Mesut' un beş yüz bin lirasını ödeyip, bir milyon altı yüz bin liranın benden talep edilmesine içimden kızmıştım. Bakalım ileriki haftalarda durum neyi gösterecek.
    Tümünü Göster
    ···
  13. 88.
    0
    Mesut' un lafı çok zoruma gitmişti. Ama yine de bozuntuya vermeden yemek ortaklığıma devam ediyordum. Artık kendisinden yemek yapmasını öğreniyordum. Yardım etmiyordum. Uzaktan, hangi yemeğin nasıl hazırlanıp pişirilmesini gözlüyordum. Gözlerimle, artık makarna, konserve taze fasulye yapılmasını öğrendim.
    1 Ağustos 1998 Cumartesi akşamı için Türkiye Spor Yazarları Derneği, Fenerbahçe - Beşiktaş maçı vardı. Gündüzden Mesut ile Nevzat Dayı bir karton Marlboro’suna iddiaya girdiler. Mesut Galatasaraylı olmasına rağmen Beşiktaşı, Nevzat Dayı da Fenerbahçe’yi tutuyordu. ikisinin de maddi durumları zayıftı. ( Mahkumun yemesinden, içmesinden, ziyaretçisi ve parası gelip gelmediğinden durumu belli oluyordu ). Ve maç Beşiktaşın 3-1’lik galibiyeti ile bittiğinde, Mesut' un gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Oh be, bir haftalık sigaram geldi demesi, kendisine olan kinimi daha çok arttırmıştı. Biz burada hepimiz mahkumuz. Gelenimiz, gidenimiz pek olmuyor. Dayının parasını iade etsen nasıl olur dediğimde, yok öyle şey olmaz. Vallahta vermem, billahta vermem, iddaaya girmeseymiş dedi. Kardeşim, aynı şey senin için de geçerli. Sen çok kaybetseydin, Dayıya da aynı şeyi söylerdin dedim. Velhasıl ikna edemedim. Dayı da sigaranın parasını ödemişti. Uyuyamadığımız bir kaç arkadaş oturmuş çay içiyorduk. Konu yine bunlardan açılınca suçun Nevzat Dayıda olduğuna karar verdik. iki ayda, üç ayda bir ziyaretine gelip üç-beş kuruş verdiyse, iddiaya girmeseydi tezini savunduk.
    ···
  14. 89.
    0
    03.08.1998

    Sayımdan sonra kahvaltımı yine tek başıma yaptım. Ortaklarımdan yine saat onda kalkan Mesut, kahvaltı hazırlayıp, Bülent'e seslenerek kalkmasını istedi. Yarım saat sofrada Bülenti bekledi. Çünkü Bülent kalkmamıştı. Sonra baş ucuna giderek, yüksek sesle hiddetli hiddetli, hemşerim kalkıyorsan kalk, peşinde uşağın yok, bu iş burada bitmiştir. Herkes kendi başının çaresine baksın diye ortalığı velveleye veriyordu. Bülent'in de yatağından fırlayıp dikleşmesi ortalığı ayağa kaldırdı. Uyuyanlar uyanmış, ayaktakilerin bir kısmı ikisinin arasında, bir kısmı da Bülent'e sus diyordu. Mümessilin araya girmesi, kardeşim ayrılmak istiyorsan ayrıl, yemeğini kendin yap, ye, iç. Böyle bağırıp çağırmakla huzurumuzu kaçırma dedi. Sonra erzak dolabında ne varsa, payına düşen kadar alıp yemek ortaklığından ayrılmış olur. Artık Bülent ile ikimiz kalmıştık. Bülent' e, bak kardeşim ben yemek yapmasını bilmiyorum, sen biliyorsan elimden geldiğince sana yardımcı olurum, Mesut gibi ortam yaratılacaksa sonradan kötü olacağımıza baştan kötü olalım, herkes kendi başının çaresine baksın, yine de arkadaş kalırız. Aramızda yemek hususunda dargınlık olmasın dedim. O da, Ağabey öyle şey olur mu? ikimiz ortaklığa devam ederiz. Sabahları beni kahvaltıya kaldırma, öğlen ve akşam yemeğini beraber hazırlar ve yeriz. Ben uygunsuzluk yapmam dedi. Kendisi bu arada kahvaltısını yaptı. Beraber keyif çayı içtik. Saat 12’ye doğru öğlen yemeği yapalım, sen de bana yardım et dedi. Taze fasulye pişirecektik. Ben fasulyenin kartlarını seçip ayıkladım. Ortadan ikiye böldüm. O da yıkadı, temizledi, yemeği hazırlayıp ocağa koydu. Piştikten sonra afiyetle yedik. Öğleden sonra iki civarlarıydı. Yemekhanede oturuyordum. Gardiyanın bana ismimle hitap etmesi, beni heyecanlandırdı. Bahçe kapısına yaklaşıp buyurun dedim. Altımda şort vardı. Üstünü giyin, PTT müdürü ziyaretine geldi deyince çok heyecanlandım. Hemen üstümü giyinip yanlarına gittim. Baş gardiyanlık odasında beni bekliyorlarmış. içeriye girdiğimde ben posta müdürü, ben veznedar, ben de dağıtıcı… diyerek tanışıp tokalaştık. PTT müdürü gönderdiğim mektubu aldım. Meslektaşmışız diyerek ziyaretine geldik, nasılsın, iyi misin faslıyla muhabbete başladık. Mektubunda Bayramiç’te görev yaptığını yazmışsın. Benim de Bayramiç’te ( PTT' de ) arkadaşım vardı. Onu aradım. Seni sordum. ismi Necmettin, sana da selamı var dedi. Tanıyorum, işçimizdi dedim. Sonra bir şeyler getirdik. Az veya çok değil kabul buyur, benim babam da mahkumdu. Mahkumun halinden anlarım. Herhangi bir sıkıntın, ihtiyacın olduğu zaman, buradaki ( gardiyan ) memur arkadaşlar da bizden, kendilerine bize ulaşmak istediğini söyle, haberimiz olur olmaz hemen yanına geliriz, her türlü sıkıntını gidermeye çalışacağız. Akşamüstü de hanımını ararım, Yengen ( mektubumda istemiştim )' de kek yaptı, gönderdi, afiyetle ye dedi. Yirmi dakika kadar görüşmemizin sonunda bize müsade, görevimizin başına gidelim. Sorunun olduğu zaman beni muhakkak ara, ara sıra cezaevine gelen postacımızdan halini hatrını sorar, kendini üzme, sağlığına dikkat et diyerek tokalaşıp, öpüşüp vedalaştık. Ben de ayaklarınıza sağlık, kesenize bereket, Allah sizlerden razı olsun dedim. Arkadaşlarım, ziyaretine mi geldi? Evet, gözün aydın diyorlardı. Getirdikleri poşetlerde istediklerim de vardı. Kavun, domates, salatalık, bir tepsi kek, piknik tüp, bir paket Maltepe sigarası, iki tükenmez kalem, üç dosya, bol miktarda çizgisiz dosya kağıdı ve bademcik ( antibiyotik ) hapı vardı. Bugün için çok mutlu oldum. Bir mektubun üzerine ve tanımadığım üç kişinin ziyaretime gelmesi beni o kadar çok ihya etti ki kelimelerle anlatamıyorum. Bu ziyaret benim için çok büyük bir doping oldu. Artık kendimi yalnız hissetmiyordum. Çünkü derdimi, sıkıntımı giderebilecek birisini bulmuştum. Gurbet mahkumu için, bulunduğu yerde böyle birilerinin bulunması benim ve bizler için nimettir.
    Tümünü Göster
    ···
  15. 90.
    0
    9 Ağustos 1998

    Buraya geleli bugün 16 gün oldu. Yaşantımız aynı. Af yasası da gündemden düştü. Hepimiz Ekim ayını sabırsızlıkla bekliyoruz. Arkadaşlarım ellerinde yarım kalan el işlerini tamamlamaya çalışıyordu. Mesut’la yemek ortaklığımızdan ayrıldığımızdan bu yana Bülent’le iyi anlaşabiliyoruz. Sabah kahvaltısını bazen ayrı yapsak bile öğlen ve akşam yemeğini beraber yiyoruz. Ben kızartma türlerini hazırlıyorum. Bülent’te yemek işlerine bakıyor. Kendisi 21 aydır buradaymış. Bu zamana kimsesi gelmemiş ziyarete. iki ayda, üç ayda bir sadece eşinden mektup geliyormuş. Parası bulunmadığından bu zamana kadar arkadaşları hep sigara almış. Kimse bir kez olsun herhangi bir eksiğin var mı diye sormuyormuş. Konuşmalarımız esnasında hayatından kesitler vermesi, kendisine acımamı sağlamıştı. Haftalık ihtiyaçlarımız idare tarafından karşılanıyor, diğer kalan ihtiyaçlarımızın ücretini ben ödüyorum. Bir ara kendisine de beş paket sigara aldım. Çok sevindi. Keşke durumum daha da iyi olsa, kendisine cezaevi içerisinde maddi açıdan yardımcı olabilseydim. Durumum her ne kadar iyi olmasa da, benden daha da iyi olmayan kişilere yardımcı olabilmek için elimden geldiğinde yardımcı olmak istiyordum. ama ilk önce can, ondan sonra canan diye bir atasözü vardır. Buna istinaden öncelikle cezam bitene kadar kendimi düşünmeliyim. Buradaki haftalık masraflarım da ağır olmakta. idarenin vermiş olduğu haftalığa karşılık ihtiyaçlarımızı tam karşılayamıyoruz. Mecburen sebze ve değişik türde çeşit almak zorunda kalıyorum. ilk haftada bir milyon altı yüz bin, üçüncü haftada üç milyon harcadım. Sigara dahil haftalık harcamam üç milyon olup, aylık harcamam on iki-on beş milyon arası, bu gidişle eşimin işi hayli zor olacak. Kendi bütçesini mi düşünecek yoksa beni mi düşünecek. Bu yüzden de affın bir an önce çıkmasını bekliyorum. Ekonomik şartlar çok ağır. Anlaşılan o ki, burada da kemerleri sıkmak gerekiyor. Yemek grupları, yemeklerini hazırladığında herkes birbirini sofraya davet ediyor ama sofraya oturan pek olmuyor. Zira herkesin kesesi kısıtlı da olsa ikram edilen bir tabak yemeğin, kendisine bir öğün yeteceği kanısındadır. ikinci ziyaret günümdü. Yine ne gelenim, ne gidenim vardı. Yazmış olduğum mektupların da cevabı gelmemişti. Öğlen saatlerinden sonra Merve gelmişti. Birazcık onunla oyalanmam, bir anlık derdimi unutturmuştu. Eşimden ikinci telefonun gelmesini de bekliyordum.
    Tümünü Göster
    ···
  16. 91.
    0
    7 Ağustos Cuma akşamı gardiyan Orhan Ağabey nöbetçiydi. Telefonlaşmamız hep Orhan Ağabeyin nöbetinde olacaktı. Gece 00:00’ye kadar telefon bekledim. Koğuşun içinden telefon zili duyuluyordu. Birkaç kere telefon çaldığında, bu telefon bana gelmiştir diye hep heyecanlanmıştım. Fakat gece 00:00’den sonra Orhan Ağabeyin nöbeti bitmiş, benim de heyecanım suya düşmüştü. Ertesi gün öğlen saatinden sonra, baş gardiyan Musa Bey, eşin aradı, biraz sonra yeniden arayacak, herhangi bir derdin, sıkıntın, ihtiyacın varsa iletelim dedi. Ben de, sağlığımın yerinde, paraya ihtiyacım olduğunu ve 13. evlilik yıl dönümüzü belirten bir not yazarak, telefonda kendisine okumasını istedim. Çok ısrar ettiğim halde telefonla görüştürmedi. Elimizde olan bir şey, eşimle, çocuklarımla görüşeyim, hasret ve özlem gidereyim, siz de bir babasınız, duygularımı, hislerimi anlamalısın dediğimde, yasak kardeşim, fazla ısrar edersen notunu okumam diye tehdit ediyordu. Yüzüne karşı değil de, içimden küfür de etsem, beddua da okusam kendimi deşarj etmiş sayıyordum.
    Buradaki ortamlar böyle olmasına rağmen, diğer cezaevlerindeki ortamlar kim bilir nasıldır diye düşünüyorum. Burada bulunan mahkum arkadaşların çoğu değişik yerlerde ceza yatmışlar. Anlatılanlardan birkaç örnek vermek gerekirse, Eflami’de bulunan cezaevinde yüzme havuzu bulunduğunu, Mihalıcık’taki cezaevinde telefon görüşmesinin serbest olduğunu, Bayrampaşa Cezaevinde ise, bahçesinin Kumkapı gişelerini aratılmadığının yer olduğu söylenmekte. Demek ki her yerin kendine özgü idaresel olarak bir tutum ve davranışı bulunmakta.
    ···
  17. 92.
    0
    14 Ağustos Cuma

    Eşim ve oğlum Mehmet'ten gelen ilk mektubumun sevincini yaşıyorum. Dün de, eşimden gelen banka havalesi beş milyonu almıştım. Mektubumun ve havalenin geç gelmesi sinirlerimi bozuyordu. Yarısını geçen ilk mektubumda, gözyaşlarımı tutamadım. Küçük oğlum Mert'in sürekli beni sayıklaması ve fotoğrafımı elinden düşürmemesi içimi parçalamıştı. Allah'a sürekli yalvarıyor, affın bir an önce çıkmasını bekliyordum. Çıkacak olan af ve bir infaz yasası, beni aileme, çocuklarıma, sevdiklerime ve özgürlüğüme kavuşturacaktı.

    17 Ağustos 1998 Pazartesi

    10 Ağustos 1998 evlilik yıl dönümümüzün 13. yıl dönümü. Buradan eşime APS mektup göndererek yıl dönümümüzü kutluyordum. Bu mektubumun cevabını aldığım gün yazmış, dört gün sonra cevabını APS olarak aldım. Hemen mektubumu açıp okudum. Çocuklarımın resmini görünce içim bir hoş oldu. Sevinci ve hüznü bir arada yaşadım. Gelen mektubumda eşim, oğullarımız sürekli seni istiyor, af çıkmazsa yanına geleceğiz diye yazması, beni hem sevindiriyor hem de maddi yönden düşündürüyor. 29 Ekim'e kadar af ve infaz yasası çıkmazsa manevi yönden hepimizin rahatlaması için ailemin yanına gelmesini isteyeceğim. 29 Ekim 1998'e kadar gelen ve giden mektuplarla manevi yönden rahatlamaya çalışmalıyım. 29 Ekim'den sonrası Allah kerim.
    ···
  18. 93.
    0
    21.08.09 Cuma

    Eşimden gelen on beş milyon parayı mutemetten aldım. Zamanımın sıkıcı geçmemesi için kütüphaneden üç adet roman alıp okumayı düşünüyorum. Geceleri uyuyamıyorum. Her görmüş olduğum rüyalar kabus gibi üstüme çullanıyor gibi geldiğinden bazı geceler uyandığım olmuştur. Korkumu yenmek için de kaç kez kalkıp çay demleyip, sigara içmişimdir. Buradaki arkadaşlar arasında gündemimizden düşmeyen af konusuna, ünlü çetelerin yakalanmasıyla değişik boyutlarda fikir yürütmekteyiz. Kürşat Yılmaz, Alaaddin Çakıcı gibi ünlü kaçakların yurt dışında yakalanmaları, Sedat Peker'in kendisinin teslim olması bir siyaset oyunu olmalı ki, 29 Ekim'den önce çıkacak herhangi bir af yasasından yararlanacak olmaları veya 18 Nisan 1999 günü yapılacak genel seçimlerde siyasetçilerimizin seçmenlere, bakın biz mafyayı tek tek çökerttik, icraatımız halen devam etmekte deyip oy potansiyelinin arttırmaları düşüncesine hakim olmaktayız. ileriki tarihlerde durum kendini gösterecektir.
    Araç Cezaevi savcımız on beş günde bir ziyaretimize gelmekte. Herhangi bir sorunumuz olup-olmadığını sorduğunda kimseden ses çıkmıyor. Halbuki başbaşa kaldığımızda (koğuş içinde) çeşitli sorunlarımız olduğunu herkes birbirine anlatıp dert yanmakta. Ben, savcının tekrar gelişi halinde sorunlarımızı dile getirmeyi kendime görev bilip, karşılıklı diyalog içerisinde aktarmayı düşünüyorum.
    ···
  19. 94.
    0
    28.08.98 Cuma

    Sıkıcı bir hafta geçirdim. Yazmış olduğum mektuplarıma hala cevap gelmedi. Meşguliyet edinebilmem için el işi (abajur) yapmaya karar verdim. Merve yine geldi. Biraz onunla oyalandım. istanbullu ibrahim Ağabeyin ziyaretçisi oğlu Mehmet geldi. Yazmış olduğum pusula ile evimi aramasını beni merak etmemelerinin sıkıntımın olmadığını, eşime belirtmesini istedim. Halbuki sıkıntıdan, özlemden, hasretlikten patlıyorum. 29 Ekim'e gün saymaktayım. Sayılı günlerin geçmemesi de işin cabası. Dün ibrahim Ağabeyle oturup dertleştik. Ailelerimizden bahsederken her ikimiz de ağladık. Ben en çok çocuklarımı özledim.
    ···
  20. 95.
    0
    04.09.1998

    17.08.98 tarihinde eşime göndermiş olduğum mektubun cevabını dün aldım. 18 günde gidip gelen mektubumun cevabını büyük sevinçle açıp okudum. Mektubumun yarısı olduğunda ağlamaya başladım. Benim için çok duygulu olan satırlarda, oğlum Mert'in sürekli beni araması ve doktor Esen hanımın bana on milyon para göndermesiydi. Kırk kat yabancı bir insan tarafından yardım görüyordum. Yirmi senedir beni bakıp büyüten amcamdan, yengemden değil para, mektup bile gelmezken bir yabancı tarafından maddi yönden sevindirilmem beni ister istemez duygulandırmıştı. Bugün için eşime ve Esen hanıma APS mektup yazıp gönderdim. Aslen Rizeli ve istanbul Eyüp'te oturan mahkum arkadaşım Muhsin Midilli, yemek ortağımız oldu. Artık üçümüz yemek hazırlayıp yiyoruz. Muhsin'in ev işi marifeti çok olduğundan bana da abajur yapmaya başladık. Koğuşta ne ararsan vardı. Pense, çekiç, tornavida, bıçak, maket bıçağı, kablo, vs. şeyler bulunmakta. Bu tip alet ve edevatların bulunması yasak olmasına rağmen burada bulunması tuhafıma gitmişti.
    Bir ay öncesinden Bayrampaşa Cezaevi'nden sevk gelenlerden, ibrahim Meraci (dayı diye hitap etmekteyiz) ile bol bol sohbet etmekteyiz. Sohbetimizin çoğunluğu ailesel konu içerikliydi. Zaman zaman sohbetimiz esnasından ya ben, ya da o ağlıyordu. Çocuklarımızın özlemi içimizi yakıyordu. Sık sık inşallah af çıkar da bu pislik yerden kurtuluruz diye dua ediyorduk. Kaldığımız bu koğuşta zaman zaman on sekiz-on dokuz kişi oluyoruz. Tahliye olanların yerine mutlaka gelen oluyordu. iki oda ve bir mutfağın temizliğini yapıyoruz. Kendi iç ve dış temizliğine önem veren bu kişiler koğuş içi temizliğine önem vermiyorlar. Herkes kendi havasında ayrı bir alemde. En basit örneği vatandaşlar çay demliyor, içtiği bardağı yıkamadan, demliğini temizlemeden gibtir olup gidiyordu. Gidecek olduğu yerde ya yatağı ya da bahçedir. Birisi birisine laf söylemeye kalksa, laf uzayıp gidiyor. Neticesinde tartışmalı bir ortam yaratılıp, dargınlık, küskünlük oluyordu. Koğuş içerisinde izmaritleri bile bile yerlere atıyorlar. Buraya geleli bugün 41 gün oldu. Geldiğim günden beri bir Allahın kulu içtiğimiz çay bardaklarını güzelce yıkamamıştır. Ben her hafta bardakları ve demlikleri güzelce yıkıyorum, ovalıyorum. Yani kahvecilikte kalan alışkanlığımı burada yürütüyorum. Koğuşta çok tip soğuk insanlar bulunmakta. Çoğunluğuna ısınamadım. Kanım kaynamadı. Örneğin Karslı Ayhan Teremeke, tam bir buzdolabı gibi, esmer, uzun boylu, zayıf, şivesi bozuk, kişilerle diyaloğu pek iyi olmayan bir kişi. Bir diğeri de buralı Nevzat Baltacı. Yedi kişilik gruplarının dışındaki kişilerle konuşmayan, bir günaydın, afiyet olsun demeyen kişiydi. Bir diğeri Lütfi dayı. O da içten pazarlıklı birisiydi. içlerimizden en mülayimi bulaşıkçımız Yunus'tu. Elini ver kolunu al cinsindendi. Kimseye karışmaz, onun-bunun arkasından pisliğini temizleyip söylenmezdi bile. Grubumuzun yemeğini de hazırlayıp sofrada meyve türü bir şeyler olduğunda, o anda yanında kim varsa ikram ediyordu. Diğer arkadaşlar da iyi sayılırdı. 31 Ağustos günü tahliye olan Nurettin Boduç'a bir gün borç para vermiştim. Borç aldığı günün üstüne bir kaç hafta geçmesine rağmen verememişti. Tahliye olup giderken sabah saat 07.30'da koğuştan ayrılırken, o an ayakta uyananlardan kim varsa onlarla vedalaşıp diğer kişilerle vedalaşmadan ve üstelik bana borcu olduğu halde bana da bir şey söylemeden gitmesine çok içerlenmiştim. Ve burada da kimseye acımayacaksın diye kendi kendime söz vermiş bulundum.
    Tümünü Göster
    ···