/i/Başıma Geldi

Hayatta başınıza gelenlerden ibaret değil midir?
  1. 51.
    0
    30.06.1998 Salı

    Saat 14 sıraları Davut Abiyi çağırdılar. Üçümüzle vedalaştı ve gitti. Nereye gittiğini bilmiyoruz. G.T. olduğunu biliyoruz. Mahkemeye çıkacak ama tahliye mi olacak bilmiyoruz, cezaevine mi gidecek, ona hakim karar verecek. Ondan haber almamız için artık cezamızın bitmesini bekleyeceğiz.
    Bahattin de akşam saat beş sıraları çağırıldı. Bu arada yazı işlerine çıkıp yirmi bir gün yatar cezası olduğunu öğrenmişti. Ben ve Selahattin Abiyle vedalaşıp ayrıldı. Zannedersem Bayrampaşa Cezaevine gitti. Çünkü metrise geldiğimde karantinada yoktu.
    Artık Selahattin Abiyle ikimiz kalmıştık. Daha kaç gece burada kalırız diye düşünüyorduk. Arkadaşlarımızdan ayrılmanın üzüntüsü de vardı. Bu ara ikimizin de ismi okundu. Emanete bıraktığımız poşetlerimizi aldık. Altı kişiydik. Bayrampaşa’ya geldik. Minibüste kimse konuşmuyordu. Ve Selahattin ağabeyi de Bayrampaşa Cezaevine bırakıp, en son iki kişi ben dahil Metris Cezaevine saat 18:30’da gelmiş bulunduk. Dış kapıda iki saate yakın bekledik. Sonradan anladım ki, Gayrettepe’den ayrılırken altı kişiydik. Uzun boylu bir amca vardı. Bu şahıs müteahhitmiş. Torpilli olup, evine zütürdüler. Adamcağız evde banyo yapmış. Bir bavul dolusu eşya hazırlanmış. Oğlunun mersedesiyle, iki sivil polis eşliğinde bizim minibüse teslim edildi. Bu arada adamdan da elli milyon lira para aldılar. Ve beş kişi aralarında
    pay ettiler. Zenginliğin gözü kör olsun. Demek ki benim de param olsaydı, elbette ben de evime gidebilir, ailemle vedalaşabilirdim. Adalet, hak, hukuk bunun neresinde? Gariban her zaman gariban olup ezilmeye mahkum olduğunu gözlerimle bir kez daha gördüm.
    ···
  2. 52.
    0
    30.06.1998 saat 8:00

    Üç kişi ve bir sivil polis eşliğinde nizamiyeden içeri girdik. Askerler tarafından üstümüzde sadece külot kalıncaya kadar her tarafımız arandı. Kayıt işlemlerimiz yapıldı. Askerler tırnak makası, sabun, tarak, anahtar gibi şeylerimi aldı. Yüz - yüz elli metre yürüdükten sonra cezaevinin giriş kapısına geldik.
    Sağ ayağımı içeri atarak, besmele çekerek, Allahım seni beni buradan kurtar, sağ salim çocuklarıma, özgürlüğüme kavuşayım diyordum dua ederek içeri girdim. Gardiyanların nöbet değişim saati olduğundan, biraz bekledik. Yine tek tek her tarafımız aranarak, baş gardiyanlık odasına girdik. Ana baba adı, doğum yeri, evli bekar olduğu, adres, hastalık gibi sorular sorarak yine form dolduruldu. işlem bitince, merdivenlerden aşağı gardiyanın yanına uğra dediler. Merdivenin altına indim. Gardiyan efendi yine deftere giriş yapıp aynı soruları sorması, üstümü tekrar araması bana iyice sinir yapmıştı. Zaten iki genel aramadan geçtik. Ne aramaya çalışıyor diye mırıldanıyorum ki, cebini boşalt dedi. Paramı masasının üstüne koydum. Beraber saydık. Utanmadan sakalımızı görelim dedi. Beş yüz bin bıraktım. Yetmez demez mi? Biz iki kişiyiz diye yer vermiyorum desen olmaz. Neyin ne olacağını bilmiyorum. Masanın üstüne bıraktık bir milyonu. O da cebine indirdi ve karantina adı verilen koğuşa girdim.

    Selamın aleyküm. Hayırlı akşamlar. Hepinize geçmiş olsun deyip, üç - dört adım ilerlediğimde içeriden birkaç kişi selamımı alıp, sana da geçmiş olsun dediler. Ve ileriye doğru git, başkanımız orada dediler. Daha önceden de hapishanede yattığım için gözlerim koğuş ağasını veya mümessili aradı. iki ramazanın arasına sıkıştırılmış bir masasının etrafına toplanmış sekiz - on kişinin arasına doğru ilerledim. Aynı şekilde onlara da geçmiş olsun dedim. Üç - dört kişi ayağa kalkıp yer vermeye çalıştılar ve bir ranzanın kenarına sıkışıp oturduğumda beş - altı kişi gözüme yabancı gelmedi. Çünkü ikinci şubenin nezarethanesinde altı gün kaldığımdan orada tanışmış olduğum arkadaşlar benden önce gelenlerdi. Hoş beş sohbetten sonra, benim boylarda az kıvırcık saçlı, alt - üst eşofman giymiş bir arkadaş söze dalıp,
    - Kardeşim tekrar geçmiş olsun, nerelisin? dedi.
    - Sana da geçmiş olsun arkadaşım, Orduluyum. Dedim.
    - Ordulu musun?
    - Orduluyum.
    - Neresinden?
    - Perşembe.
    Neresinden deyince, dur bakalım, akraba çıkacağız dedim kendi kendime.
    - Şenyurt’tanım. dedim.
    - Ben de Neneli Köyündenim.
    - istanbul Sarıyer’de oturuyorum. Cezamı çekmek için burada bulunuyorum. Bu,suç ortağım Hüseyin. Ben de buradan sorumluyum. Adım Coşkun. Dedi.
    Hapishanede, bir koğuşta senden eski bir mahkum hemşerinin olması, insana güven verir. Böylece içim biraz rahatlamıştı. Üç kişi geldiğimizden hemen yemek ayarlandı. Tam doymasakta açlığımızı bastırmıştık. Çay söylendi. Yirmi dakika sonra çay geldi. Tam altı gündür çay içmiyordum. Bir - iki yudum çektiğimde bana ilaç gibi geldi. Peş peşe üç - dört bardak çay içince kendime geldim. O gece saat dörde kadar Coşkunla ve diğer arkadaşlarla sohbet ettik, bulmaca çözdük. Bana tek başıma yatabilecek olduğum bir de ranza ayarlandı. 04:15’te yattık, 7:30’da kalktık. Koğuşun içi süpürüldü, paspas çekildi. Sayım saatini bekledik. Sayımdan sonra kahvaltı yaptık. Tekrar sohbete daldık. Bu ara her saat başı nöbetçi gardiyan gelip, gönüllü sekiz - on kişi istiyorum. Gönüllüler, dizilenin yoksa kendim seçerim diyordu. Her seferinde üç - beş kişi çıkıp kalan kişileri kendisi seçiyordu. Bu ara gönülsüzler arasında piyango bana da vurmuştu. Dış kapıdan kantine gelen malları taşıdık. Öğlen saatinde gelen karavana, bulgur pilavı ve kuru fasulyeden açlığımı bastıracak kadar yedim. Karantinaya geldiğimde bir haftalık sakalım vardı. Saçlarım zaten uzundu. Geldiğim gece koğuş koğuş gezerek,
    karantinaya gelen mahkum berbere saç tıraşı oldum. iki yüz elli lira verdim. Senden önce gelen mahkumlar yaşça küçükte olsalar abi demekle onlara saygı göstermiş oluyorsun. Biz de Coşkun Ağabeye seslenerek bir permatik ve sabun alarak, saçımı yıkayıp, tırnaklarımı kesip, sakal tıraşımı olup, kendime çeki - düzen vermiştim. Akşam altı sıralarında koğuşa dağıtım yapılacağını duyduğumda, soğuk suyla banyo yapasım gelmemişti. Sonra vazgeçtim. Akşam üstü beş sıralarında Coşkun Abi beni bir kenara çekip, ziyaretçin gelene kadar bazı ihtiyaçların olacak. Al şu paketi yanında bulunsun deyip cebime de iki milyon para sıkıştırdı. Bu vefa örneği beni gerçekten çok duygulandırmıştı. Kendisine, boynuna sarılıp ağladım. O, teselli verdikçe ben daha çok hıçkırıklara boğuluyordum. Boğazlarım iyice düğümlemişti, yutkunamıyordum. Bağıra bağıra ağlayasım vardı ama içime sindiriyordum. Bir bardak bu ve bir sigara beni dindirmişti. Çünkü, karantinada 22 saatim de geçmişti. Hemencecik samimi bir ortam yaratılıp, ona alışmıştım. Koğuşa çıkarsan daha çok rahat edeceksin deseler de gidesim gelmiyordu. Fakat bir kural vardır. Karantinaya gelenlerin çoğu koğuşa çıkar. ( Bir - iki haftalığına gelenlerle hasmı olanları koğuşlara vermiyorlar.
    Tümünü Göster
    ···
  3. 53.
    0
    Ben de bu kuralı çiğneyemeyeceğime göre zorunlu olarak çıkmam gerekiyordu. O günün akşamı saat 18’de karantinada bulunan otuz altı kişiden kalanı, beş - altı kişi hariç, çoğumuzu liste üzerinde koğuşlara taksim etmişler. Sorumlu gardiyanların eşliğinde, üstlerimiz tekrar aranarak bulunacak olduğumuz blokların kapısına kadar geldik. Benim F Blok, Koğuş 6 idi. Şubeden de göz aşinalığı ile birbirimizi tanıdığımız ve karantinada tekrar karşılaştığım Dursun Yıldırım arkadaşımla karantinada da aynı koğuşa düşeriz temennisi ve duasıyla, karantinadan çıkan bütün arkadaşları A Blok kapısına topladıklarında ( karantinadayken fotoğraf çekiştirmiştik, altı yüz tl verdik ) ismi okunana verilen cezaevi için kimlik kartı dağıtılırken, bir de baktık ki, Dursun’la ikimizin duası kabul olmuştu. E blok’a gelene kadar bir sürü bölünmüş mazgalların arasından geçtik. inanın bu mazgallar ( demir parmaklıklar ) insana çok soğuk geliyor. E Blok gardiyanları tarafından tekrar didik didik arandık. Buraya gelene kadar zaten ayrı ayrı yerlerde ( nizamiyede askerler tarafından, karantinaya girerken, çıkarken, A Blok kapısında, E Blok kapısında ) aranmıştık.
    E Blok kapısında sekiz - on kişi bekliyoruz. Kimliklerimizi tekrar elimizden aldılar. Masada bir gardiyan oturuyor, yine yazıp çiziyor, diğeri ismen çağırıp üstümüzü boşaltıyor. Şu kadar para var diye öbürüne sesleniyor. O da at bakalım sakalımızı diyor. Sanki çok iş yapmışlar veya bizler onlara gebe kalmışız, işimizi görmüşler gibi cebren para istemeleri beni yine sinirlendirmişti. Yine beş yüz bin lira uzattığım halde yetmez demesi, beynimi iyice sulandırmıştı. Diretsen, sonucun kötü olabileceği aklıma geliyor, ya dayak yersin veya olmadık zıtlaşmayla tek kişilik hücreye gidebilirsin düşüncesi, kızgınlığımı frenlemeye yetiyordu. Neticesinde akşam saat 18:30 gibi koğuşa girmiş bulunduk.
    ···
  4. 54.
    0
    01.07.1998

    Dursun’la beraber içeri girdiğimizde altı - yedi kişi vardı. Ayakkabılarımızı çıkarttık. Yerler halıfleks kaplıydı. Masanın yanına oturun dediler ve oturduk. ikimiz birden selâmımızı verip, hayırlı akşamlar dileyip, hepinize geçmiş olsun dedik. Onlar da aynı şekilde selâmımızı alıp ikimize de geçmiş olsun dediler. isimlerini sonradan öğrendiğim Şeref ve Nedim abiyle konuşmaya başladık. ilk etapta gözlediğim kadarıyla koğuşa yeni gelenlere aynı sorular sorulmakta. Onlar soruyor, biz cevaplandırıyoruz.
    - Nerelisin?
    - Tutuklu musun? Hükümlü müsün?
    - Hükümlüysen ne kadar ceza aldın?
    - Evli misin? Çoluk - çocuk var mı?
    - Nasıl yakalandın?
    - icraatın neydi?
    Bu arada çay ikram edildi. içeriye giren geçmiş olsun, hoşgeldin deyip öbür odaya geçenler de vardı. Tahminim, o odanın da koğuş olduğunu yanıltmadı. Bulunduğumuz odada altlı - üstlü iki ranza, bir yemek masası, sekiz kişilik, bir televizyon ve kıyafet dolapları yan yatırılarak mutfak tezgâhı kurulmuş, üstünde aygaz ve bir arkadaş yemek yapmakla meşguldü.
    Akşamın sekizinde sayım yapıldığında mevcudumuz on yedi kişiydi. Koğuşa yeni gelenlere saygı ve hürmet gösterilerek misafirperverlik örneği sunuluyordu. Beş kişilik servisin öbür odaya verildiğini sezinledim. Bizler de sekiz kişi sofraya oturarak, akşam yemeğini yedik. Diğer kalanları da,sofradan kalkanların yerine oturarak, yemeklerini yiyerek yemek faslı tamamlanmış oluyordu. Çaylar ikram edildi, saat on sularında da meyveler yendi. Sıcak sularımız hazırlanmış. Banyo yapmamızı istediler. Havlu, iç çamaşır, sabun, jilet gibi malzemelerimiz soruldu. Olmayan ihtiyacımızı belirtip, koğuş içerisindeki arkadaşlardan temin edilerek, banyomuzu yapmış bulunduk. Bir haftadan bu yana banyo yapmamıştım. Sıcak suya hasret kalmıştık. Banyomu yapınca hafiflemiştim. Bu ara merak ettiğim odaya çağrıldım. Ya mümessil ya da koğuş ağası denilen vatandaşla tanışacağımı biliyordum.
    Odaya girdiğimde, içerideki kişiye hayırlı akşamlar, geçmiş olsun temennisinde bulundum. Sandalyeye oturmamı istedi. Adımı, ne işle meşgul olduğumu, cezaevine düşüşümün sebebini, cezaevi içinde koğuş içi bazı kurallara riayet edileceğini, herkesin burada bir kader mahkumu olduğunu, bir arada bulunduğumuz süreler içerisinde, hepimizin birbirimize karşılıklı saygıyı ve sevgiyi esirgemeyeceğini, sırası ile iş bölümü yapıldığını, yeni mahkûmlar geldikçe görevden düşürüleceğimi, kişisel, koğuş içi ve cezaevi sorunlarımız olduğunda kendisine gidebileceğimizi, karavana yenilmediğini, yemekleri aşçının yaptığını, her hafta cuma akşamları toplantı yapıldığını ve olanlardan belli miktarda para toplanıp çeşitli ihtiyaçlarımızın karşılanacağını, parası olmayanın hakir ve hor görülmeyeceğini, dışarıda nasıl bir aile yaşantınız var ise bunu da burada imkanlarımız kısıtlı da olsa uygulanacağını karşılıklı oturup konuştuk. Bir nev-i akit imzalamış oluyordum. Konuşması bittiğinde, beş milyon mutfak, erzak parasını takdim edip, sıkıntımın olduğunda yanınıza gelebileceğimi belirtip, iyi akşamlar diyerek yanından ayrılıp öbür odaya geçtim.
    Sohbet ettiğimizde bir taraftan da gözlerimle koğuşun içini süzüyordum. Yerler halıfleks kaplı, küçük buz dolabı üstünde kurulu televizyon, yerden elli - altmış santim yükseklikte yemek masası, çay bahçelerinde bulunan yuvarlak beyaz masa ve dört sandalyesi, altlı - üstlü ikişerli ranzalardan beş tane olup, bu ranzalarda da nevresim ve çarşafların tertemiz, rengarenk olması içeriyi çok temiz gösteriyordu. Genelde hepsinde alt - üst ranza arasındaki boşluklara perde yapılması, alt ranzaların da divan örtüsü biçiminde süslenmesi, her nevresimin üstünde süt beyaz gibi havluların bulunması, içeriye ayrı bir güzellik katıyordu.
    Gece saat on bir sıraları meyve ikram edildi. Diğer arkadaşlarla da sohbet edilerek gece on ikiyi yapmıştık. Koğuşta toplam on dört ranza bulunuyordu. Mevcudumuz on yedi kişi olduğundan üç kişi yer yatağında yatıyorduk. ilk gecemi derin bir uykuyla geçirdim. Zira altı gün tahtanın üstünde yatmak, yatakta yatmaya benzemiyordu.
    Sabah yedide kalktık. Sekizi on geçe sayım yapıldı. Kahvaltımız yapıldıktan sonra, herkes görev listesindeki görevini öğrenip, görevinin başına intikal etti. Koğuş içi görev; bulaşık, çay - kahve, su doldurma, su taşıma, küllükleri temizleme, yerleri süpürme, çöp taşıma, kantini takip ve ekmek taşıma ve gazete almadan ibaretti. Görevliler kesinlikle uyumuyordu. Koğuşun eski mahkûmları, yatıp kalkmakla, bahçeye belirli saatlerde çıkıp temiz hava almakla, gazete okumak ve bulmaca çözmekle meşguldü.
    Tümünü Göster
    ···
  5. 55.
    0
    Sanki hepimiz bu koğuşa seçmece gibi toplanmış gözüküyordu. En küçüğümüz yirmi iki - yirmi altı yaş arası, en büyüğümüz de elli - elli beş yaşları arasındaydık. Herkes saygıda kusur etmiyordu. Görevliler, görevlerini ihmal etmeyince de, sorun kalmıyordu. idârede en takdir edilen E / 6 koğuşu gösterilmekteymiş.
    Sabah kahvaltımız sekiz on beş - sekiz kırk beş arası olup, öğle yemeğimiz saat 13:30 - 14:00 arası olup, çay saatlerimiz, 10:30 - 11:00 arası, öğlen 14:00 - 14:30 arasına, ikindi 17:00 - 17:30 arası, akşam 21:00 - 21:30 arası, meyve veya tatlı saatimiz 22:00-22:30 arasıydı.
    Kesin yatma saatimiz de gecenin saat 00:00’de olup televizyon kapatılarak, herkes yatağına çekilmek zorundaydı. Uykusu gelmeyenler, koğuşumuzun kapısının yanında iki - üç sandalye atılarak, oturup, sessiz, kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde izin verilmişti. Veya yatağına uzanarak gazeteni oku, sigaranı iç veya uzandığın yerden gözlerini tavana dik, derin hülyalara dalıp, özgürlüğüne kavuştuğunda neler yapabileceğinin hayaliyle yaşa.
    Sular akmadığında banyo yapmak, çamaşır yıkamak yasaktı. Sular da genele gece 23:00’den sonra gelip sabah 08:30’a kadar akıyordu. Çoğumuz da banyomuzu erken saatlerde kalkıp yapıyorduk. Çamaşır işi de gece 00:00’den sonra yapılıyordu. Sıcak su haftada bir kere akmaktaydı. Sıcak suyumuz ekgib olmuyordu. Bir metrelik kablo temin edilip, ortadan ikiye bölünmüş, iki ucu açık olup fiş yerine sokulduğunda, diğer iki uca da boş saka tenekesi ezilerek, diğer uçları bağlandığında bir ısıtıcı yapılmış oluyordu. Bunun yasak olduğunu hepimiz biliyorduk. Gardiyanlara yakalattırmamak için sürekli saklıyorduk.
    Yemek yeme saatlerimiz haricinde herhangi bir şey yiyip - içmek yasaktı. Çok acıkanlar ise ancak zeytin ekmek yiyebiliyordu. Mümessilimiz Ömer Bey tarafından bir kural konulmuş, herkes buna riayet ediyordu. işin garip tarafı da kendi paranı istediğin gibi harcayamamandı. Koğuşumuzda bulunanların kimisinin parası yoktu. Kendine göre herhangi bir şey alıp yemeye kalksan, diğer arkadaşlarına ikram etmesen ayıp olacak veya bir şey almaya kalktığında mevcudumuz kadar alman gerekecekti. Hele hele maddi durumun da sınırlıysa hiç alamayacaksın demektir. bu vesileyle içindeki canının çektiği yemek yeme, içme duygusunu sömürmen gerekiyordu. Örneğin, eşim ikinci ziyaretime geldiğinde bir koyun butu getirmişti. O bütün yağlarını kızartıp, sabah kahvaltısında yemek çok hoşuma gidiyordu. Ama bunu yapamadım. Ve yapamıyordukta.
    Tümünü Göster
    ···
  6. 56.
    0
    Haftanın perşembe günleri, saat dokuz - beş arası E / 6 blok’a ait ziyaret günüydü. Her ziyarete on beş kişi çağrılıyordu. Süremiz yirmi dakikaydı. Ziyarete gelenler de kalabalık olduğundan, ziyaretçilerle aramızda cam bölme ve demir parmaklıklarda olduğundan, herkes yüksek sesle konuşuyordu. Zaman zaman kimin ne dediği anlaşılmıyordu. Yirmi dakikalık süre kısıtlı olmasına rağmen, biz mahkumlar için yeterli olmasa bile yine de çok memnun kalıyorduk. Gönül doyasıya konuşup koklaşmak, birbirimizin elini tutmak, temas etmek istiyorsa da, kuralı çiğneyemiyorduk. ilk ziyaretime 2 Temmuz 1998 Perşembe günü öğlen saatlerinde, eşim, iki oğlum ve komşumun Nermin Hanımla oğlu Erkan gelmişti. Koğuşumuzdaki Şeref Dayıya, ziyaretçin tarafından evime haber verilsin, benim de çocuklarım, eşim ziyarete gelsin demiştim. Şerif Dayı da ziyarete gelen kızına verdiğim telefon numarasını aramasını, eşimle konuşmasını söylemiş, kızı da harfiyen uygulamış.
    Eşim ziyaretime geldiğinde, ilk sorum burada olduğumu nereden öğrendin, telefon açan oldu mu diye sormuştum. O da beni küçük bir kız aradı, senin bu arada olduğunu olduğunu, bugün ziyaret olduğunu söyledi. Anladım ki Şeref Dayının ön üç - ön dört yaşındaki kızı haber vermişti.
    Ziyarette çocuklarıma dokunamadım. Saçlarını okşayıp, öpüp koklayamadığımdan içim bir hoş olmuştu. Kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Büyük oğlum Mehmet'in masum masum bakışları, küçük oğlum Mert'in hiç konuşmaması beni delirtiyordu. Kendimi suçlu hissedip, onlara eziyet vermemin üzüntüsü içimi parçalıyordu. Eşimin, kocaman adamsın, çocukların yanında ağlama, bari onları etkileme demesiyle kendimi toparlamaya çalışıyordum. Gardiyanın kegib kegib acı düdüğü ve lambaların sönmesi ziyaretin bittiği anldıbına geliyordu. Son cümlelerimiz veda öpücüklerimiz ve el sallamalarımız başlamıştı. Artık bu hafta görüş yapılmayacaktı.
    E / 6 koğuşuna ilk ayak basanlar, bir hafta boyunca bahçeye çıkamıyordu. Mümessilimiz tarafından konulan yasaklı bir emirdi. Ben ve benden sonra gelenler de aynı uygulamaya tabi tutuldu. Buradaki amaç, arkadaşları ismen tanımak, onları süzebilmek, yapısını, karakterini kafana göre çözebilmekti. Bu arkadaşlarımızdan bir tanesi de, 43 yaşındaki Erzincanlı, Boğaztaş köyünden Tuncer’di. Şen şakrak, kafasına bir şey takmayan, iyice hapishane kaşarı olmuş birisiydi. Her lafının altında insanı gülümsetecek bir espiri yatıyordu. Bekar, kimi kimsesi olmayan bir şahıs. Bir an önce cezasını çekip, tahliye gününü bekleyip, özgürlüğüne kavuşmasından başka neyi düşünebilr ki? iş - güç sahibi, evli, çoluk çocuğa karışmış kişiler için hapis yatmak, ömürlerini burada çürütmek hiçte kolay değildi.
    Tümünü Göster
    ···
  7. 57.
    0
    Bahçe saatimiz bir gün, sabah sekiz - on arası, öğlen 12:00-14:00 arası, diğer günde de 10:00-12:00 arası, akşam üstü de 16:00-20:00 arasıydı. Adımlarımla ölçtüğüm yirmiye kırk bir dörtgen alanda bulunmuş olduğum bloktaki mahkum arkadaşlarla çıkıyorduk. Kimisi gruplar halinde volta atıyor, kimisi tek başına, kimileri de duvar diplerine gruplar halinde oturup, sohbet ediliyordu. Bazen de bloğun eski mahkumları futbol veya voleybol maçı oynuyorlardı.
    Bloğumuz üç katlı olup, karşılıklı çift daireden altı koğuş bulunuyordu. Her koğuşta ki bölme ( oda ) ve banyo mevcuttu. Benim de bir haftalık sürem dolunca, bahçeye çıkmaya başladım. Çoğunlukla tek başıma volta atıyor veya bir köşeye çömelip top oynayanları seyrediyordum. Zaman zaman da derin hülyalara dalıp, tahliye olduktan sonra yapabilecek olduğum işleri kafamda canlandırıyordum. En çokta ailemi düşünüyordum.
    Her akşam saat yedi kırkta koğuşumuzun kapısı nöbetçi gardiyan tarafından kapatılıyordu. Saat 20:00-22:00 gibi nöbet değişiminde gardiyan gelip koğuşun mevcudunu alıp, kapıyı üstümüze kilitlerken, o kapının çıkarttığı sesi ömür boyu asla unutamam. Kapıyı kilitlerken, arkadaki demir sürgüleri çekerken ki çıkan da-da-dan sesleri hepimizde bir ürperti yaratıyor, kendi aramızda yine akşam oldu, ömrümüzden bir gün daha geçti diyorduk. Akşam yemeği yenilip ve çaylar da içildikten sonra televizyon kanallarından herhangi birisine katılıp televizyon seyrediyor veya her akşam olmasa bile eğlencesine yüzük oyunu oynuyorduk. Oyunumuz dörder kişilik gruplar halinde iki grup olup, birimiz masanın öbür yüzüne, diğer grupta öbür yüze geçip, yüzlerimiz birbirine bakacak şekilde oturuyoruz. Her grubun bir ebesi oluyor. Ebe oyunu başlatacağı zaman üç kişi omuz omuza verip, ellerimizi arkaya birleştirip, avuçlarımızı açık tutup, ebe yüzüğü herhangi bir oyuncunun eline koyup, yum eller masanın üstüne çık dediğinde, öbür grubun ebesi kapalı ellere sağ elini aç, sol elini aç, iki elini birden aç dediğinde yüzük çıkarsa kapalı el sayısı toplamı, yüzüğü saklayanın hanesine yazılıp, on beş sayısını tamamlayan oyundan çıkıyordu. Oyunun cilvesi, bazen teşhisi tam koyarmış gibi olduğunda, yüzük sağ elimde var dediğimde, çıkmadığında sekiz sayı birden veriyorsun. Bunu iki - üç sefer yapıp sekizer sayı peş peşe olduğunda kaybeden tarafın morali bozuluyor, grup içerisinde tatlı sözlü sürtüşmeler oluyordu. Oyun bitiminde meyvelerimi yiyip bir taraftan da sohbete devam ediliyor. Her öğün yemeklerimiz ayrı ayrı oluyordu. Öğlen başka yemek, akşam başka yemek hazırlanıyordu. Öğlen yemeği tek çeşit oluyorsa, akşam yemeği iki çeşit oluyor veya öğlen yemeğimiz iki çeşit olup akşam yemeğimi tek çeşit oluyordu.
    Koğuştaki arkadaşlarımın çoğunluğunun ziyaretçisi geliyordu. Ziyaretçilerimiz tarafından getirilen çeşitleri sebze ve meyveler bir sırada toplanıp, haftalık erzak tamamlanmasa bile ekgiblerimizi cezaevi kantininden haftalık olarak cuma günleri tamamlamıyorduk. Diğer çeşitli ihtiyaçlarımızı da haftalık pazartesi ve cuma günleri koğuşumuzun kantin sorumlusu tarafından liste yaparak tamamlamıyorduk
    Tümünü Göster
    ···
  8. 58.
    0
    resercedd
    ···
  9. 59.
    0
    Koğuş içi temizliğe çok önem veriyorduk. Asalak böceklerin oluşmaması için her cumartesi sabahı beş - altı kişi bir olup, koğuşu yıkıyor, duvarların, ranzaların, mutfağın, tozları alınıyor, camlar siliniyor,her taraf tertemiz, pırıl pırıl yapılıyordu. Yemeklerden sonra muhakkak dişler fırçalanacak, her tuvalete girilip çıkıldığında eller sabunlanacak, tuvalet bol suyla sellenecek ve herkes yatarken el, ayak ve yüzler tekrar yıkanacaktı. Yapmayan, unutan olduğu zaman, herkes birbirini takip edip, hey arkadaşım, dişini fırçala, veya elini sabunla veya ayaklarını yıka diye uyarıyordu.
    Ben geceleri saat 23:00’den sonra yatağıma çekiliyor, sigaramı içerken, bazen hayallere dalıyor, bazen de kaldığım yerden bu hatıramı tamamlamaya çalışıyordum. Çoğunlukta geceleri saat 02:00-03:00 arası yatıp, uykuya dalıyordum. Gece 00:00’den sonra hapishanede bir sessizlik oluyor. Bu sessizlikte askerlerin gece çaldığı düdükler ve gece saat birde nöbet değişimindeki vukuatım yoktur komutanım sesi, silahları doldur boşalt emriyle silahın mekanizmasından gelen şakır şukur sesleri dikkatimi dağıtıyordu. Bazen çok uzaktan da olsa bir arabanın korna sesini duymak kulağına hoş geliyordu. Bizim koğuş en üst kattaydı. Yenilik olarak tek bir ağacın tepesini ve caminin ince uzun minaresinin otuz santimlik bir yüksekliğini görebiliyorduk. Aynı blok altında kader mahkûmlarının, havalandırmaya çıktığımızda, cezaevi gardiyanını, gökyüzündeki beyaz bulutları veya havalar yağmurlu ise karabulutlardan başka görebilecek olduğu herhangi bir şey yoktu.
    Haberleşme aracımız ise haftalık ziyaretçilerimiz veya mektuplarımızdı. Ziyaretçisini bu hafta bekleyipte o kişi gelmediğinde, ben dahil ziyaretçisini bekleyen arkadaşlarımızın suratı hemen değişiyordu. insani bir üzüntü kaplayıp gidiyor. Acaba kotu bir şey mi oldu varsayımlarını üzerinde duruyor, bir sebep, bir vesile arıyorduk. Burada bulunduğum süreler içerisinde şu ana kadar ziyaretçim aksamadı. Dokuz temmuzda ikinci ziyaretime gelenler eşim, oğullarım Mehmet ve Mert, Nuran, Şevket ve Emrah’tı. Yedi kişiyi bir arada görünce şaşırdım. Demek ki arayanım - soranım varmış diyordum. Nuran ve Şevket'in konuşmaları beni çok duygulandırdı. Göz yaşlarımı tutamadım ve ağlamaya başladım. ikisinin telkinleri beni biraz rahatlatmıştı. Bu arada çocuklarımla, eşimle konuşup sakinleşmeye çalıştım. Yine gardiyanın acı düdüğü, ışıkların yanıp sönmesi ziyaret saatinin bittiğini belirtiyordu. Yine ağlamaklı şekilde onlardan ayrıldım. Öğleden sonra büyük kuzenimin oğlu Emrah, evde unutulan ihtiyaçlarımı getirmişti. Bir yirmi dakika daha görüşmek bana mutluluk vermişti. 16 Temmuz sabah saat 09:300 sıraları ziyaretçisi gelenlerin ismi okunuyordu. Adım okunduğunda eşim gelmiştir düşüncesiyle ziyaret mahalline gittiğimde, bölümler arasında ziyaretçimi ararken ne göreyim kardeşim isa, hanımı Sibel ile gelmiş. Onları görünce bir tuhaf oldum. Kardeşime hoş geldin dememle ağlamam bir oldu. Kendimi toparladıktan sonra sohbete başladık.
    Tümünü Göster
    ···
  10. 60.
    0
    Kardeşim,
    Abi sen rahatına bak. Yengemi ve yeğenlerimi düşünme. Maddi ve manevi her zaman yanlarındayız, hiç üzülme demesi beni daha çok duygulanırmıştı. Ağlamamak elimde değildi. Bir kez daha gözlerimden yaşlar süzüldü. Ağlamaklı geçen bu ziyaretimin süresi hemen dolmuştu. Bana getirdiği on paket kısa samsun ve pizza vardı. Sigarayı aldım. Pizzayı pişmiş yemek diye vermediler. Askerlerin veya gardiyanların ne kadar mantıksız hareket ettiklerine bir türlü anlam veremiyorum. Evde yapılmış kurabiye, pasta, kek türlerini alıp mahkûma veriyorsun da pizzayı neden esirgiyorsun. Ziyaretçim tarafından getirilen tırnak makası, tarak, şampuan, kot pantolon gibi şeyleri almıyorlar, kantinden almaya mecbur ettiriyorlar.
    Cezaevine geldiğimde üstümde kot pantolon vardı. Kirli çamaşırlarımı biriktirip, ilk ziyaretime geldiğinde eşime verilmesini istemiştim. Haftaya ziyaretime gelirken getirirsin diye de eşime belirtmiştim. Haftaya geldiğinde kot pantolon yasak diye almamışlar. içeride yatan çoğu mahkûmlarda kot pantolon bulunmakta. On beş - yirmi günlük olan mahkûmlardan neden toplanmıyor? Toplanmadığı halde bunun yasakla ne ilgisi var anlayamadım.
    Kardeşim isa ile görüşmemiz tamamlandıktan on beş dakika sonra koğuşa geldiğimde tekrar ziyaretçiler arasında ismim okundu. Bu sefer, eşim, oğlum Mert, teyzemin kızı Zeynep ablam, kızı Arzu ve oğlu Emrah gelmişti. Büyük oğlum Mehmet'i görememiştim. Eşime sordum Mehmet nerede diye.
    Anneannesi ve dedesiyle Çanakkale’ye, tatile gitti dedi. Kızmama hiç gerek yoktu. Oğlum sınıfını geçmiş, iki tane takdir getirmişti. Üstelik benim hapishanede oluşum, onu da etkilemiştir, gezip dolaşması, birazcık olsun üzüntüsünü unutturur diye düşünüyordum. Aynı şekilde eşim de bunun açıklamasını yapmış bulundu. Bu sefer ağlamamıştım. Artık hapishanenin çileli hayatına kendimi adapte ettirebiliyordum. Ağlamakla sızlamakta elime bir şey geçmeyeceğini, daha çok içten içe eriyeceğimin farkına varıyordum. Kendimi avutabilmem için de, özellikle bu notlarımı yazmaya karar vermiştim.
    Koğuşa ilk geldiğimde bir hafta boyunca yer yatağında yattım. Eski mahkûm arkadaşlardan tahliye olundukça veya sevke gidildikçe, iç koğuşta ranza boşaldığında, buraya transfer olmuştum. Asker deyimiyle bize de kıdem basmıştı. Bir ranzam olmuştu. Ranzanın üst katında yatıyordum. Koğuş içinde ilk görevim çaycılıktı.
    Tümünü Göster
    ···
  11. 61.
    0
    Sabah 07:30’da kalkıp saat 08:15’e kadar kahvaltılık çayı hazırlıyordum. Sabah 10:00-11:00 arası keyif çayını, öğlen yemekten sonra 13:00-13:30 arası, ikindi 17:00-18:00 arası, akşam 21:00-22:00 arası çay servisim vardı. Diğer ara saatlerde de kahve istenildiğinde hazırlıyordum. Diğer işim, su taşıma görevlisiydim. Sularımız akmadığında birinci kattan bidonlar su taşıyorduk. Koğuşa yeni arkadaşlar geldikçe görev değişikliği yapıyorduk. ilk haftam çaycılık ve su taşıma, ikinci haftam yemeklerden sonra yerleri süpürme ve kül tablalarını temizleme, üçüncü haftamda da yemek servisi açma ve sofrayı kaldırma görevi verilmişti. Görevlerini aksatmadan, kendime laf söylettirmeden yapmaya çalıştım. Kimse de şikayetçi olmadı. Yemek saatlerimiz haricinde boş zamanım çoktu. istediğim gibi yatıp kalkabiliyor, bahçede volta atabiliyordum. Gündüzleri uyuduğumdan, geceleri saat iki - üçten önce uyuyamıyordum.
    Ben, koğuş içerisinde ve dışında kendi halimde bir insandım. Arkadaşlarla fazla muhabbete girmez, sadece onları dinlemekle yetinirdim. Günlük gazeteleri okur, bulmaca çözmeye ve bu notlarımı kaldığım yerden yazmaya çalışırdım. Arkadaşlar arasında yüzük oyunu oynarken, çok masum oluşumla yüzüğün bende olmadığını belli etmediğimden, fazla konuşmadığımdan lâkabımı Mazlum takmışlardı. Bu lâkabı da Erzurumlu Zeki Kanar takmıştı.
    Artık bana koğuş içinde, benden büyükler, ne haber Mazlum, iyi misin demesi hoşuma gidiyordu. Hapishanede ağır başlı olman, verilen görevi yerine getirmen, duymadım, görmedim, bilmiyorum kelimeleriyle kendini savunman ve başkalarının işine, lafına karışmadığın müddetçe senden iyisi yoktur. Kaldığım koğuşta en çok kızdığım nokta ise, bazı arkadaşlar tarafından televizyon kanalları arasında zapping yapılmasıydı. Televizyonun çok kanallı olması arkadaşlar arasında hangi kanalı seyretmemize engel ve sürtüşmelere neden oluyordu. Kimimiz maç, kimimiz film istiyordu. Salt çoğunlukta kazanılamadığından, bir kişinin isteği üzerine esir oluyorduk. En çokta zapping yapan Tezcan ve Dursun’du.
    Koğuşta bulunan bazı eski mahkûmlar yeni gelenlere emr-i vaki yaptırmayı seviyorlardı. Ağır başlı, kendin bilen ağabeyler hürmet ederken, yaşça emsallerimiz getirsene, zütürsene, şöyle yap, böyle yap demekle, o kişinin moralinin bozulduğunun farkına bile varmıyorlardı.
    Koğuşa geldiğimde dört - beş günlüktüm. Bir ara kahve istendi. Beş fincan kahve yapıp hazırladım. iç bölmeye gidip mümessile ve diğer ağabeylere ikram ettikten sonra, kalan iki fincan kahveyi de, bizim bölmede oturan, bizlerden büyük ama benden sonra gelmiş Hüseyin Ağabeye ve eski mahkûm Şeref Dayıya ikram ettiğimde, tantananın çıkacağını nereden bilebilirdim.
    Yatağında oturan asker cezalısı Tokatlı Duranın, hani benim kahvem, ben eskiyim, kahveyi önce bana verecektin demesi beni çileden çıkartmıştı.
    Şu an fincanım yok. Fincanlar boşalsın, beş - on dakika sonra içsen ne olur dediysem de, hararetli konuşmalar tansiyonlarımızı çıkartmıştı. Benden küçük birisi tarafından emir almak, o kişinin de diğer büyüğüne saygısızlık yapması çok zoruma gitmişti. Hararetle konuşması sırasında kendimi tutamayıp ağlıyordum. Koğuş mümessili geldi. Olayı öğrenmek istedi. ikimizin de ayrı ayrı ifadesini alıp dinledikten sonra, Duranın sonradan gelip benden özür dilemesi, olayın kapanmasına vesile oldu.
    Tümünü Göster
    ···
  12. 62.
    0
    Koğuş içerisinde konuşurken kelimeleri çok iyi seçip konuşman gerekiyor. Dilimizin kemiğinin olmaması, yanlış yorumlara neden olabildiğinden, karşımızdaki kişinin o anki tansiyonunu yükseltiyordu. Sohbetler arasında en çok sinirlenen Şeref Dayı, Zeki Kanar, Tuncer ve Dursun’du. Bu kişilerle pek sohbet edilmediğinden ben de uzak duruyordum.
    Her cezaevinin kendi bünyesine göre yönetmelikleri olduğu ve kafalarına göre iş yaptıkları kanısındayım. Çünkü burada bulunduğum süreler içerisinde iki revir doktoruna çıkmam konusunda ve dosyam hakkında yazmış olduğum dilekçelerime geçerli veya geçersiz bir cevap vermediler. Bir hafta boyunca griptim. Bünyemi bildiğimden doktora çıkıp ilaç kullanmam gerekiyordu. Maalesef doktora çıkamadım. Aşçımız Yılmaz nane limon suyu kaynatıp, üç gün boyunca içerek kendime gelebildim. Burada da insan sağlığına ve suç işleyip adınız mahkûma çıkmışsa, tarafımıza da değer ve önem verilmeyeceğine bir kez daha tanık oldum.
    Koğuş içerisindeki arkadaşlarımız arasında çoğumuzun bir lâkabı vardı. Bu lâkap kişinin yapmış olduğu cezasına veya kişisel yapısına göre takılmıştı. işte bazı örnekler. Benim uysal, ağır başlı olduğumdan Mazlum, Tuncer hapishaneye defalarca girip çıktığından Çakal, Şeref çok kısa ve şişman olduğundan Dayı, Zeki piyasada pek çok kesimi tokatladığından Tokatçı, Sabri Gaziantep’te oto hırsızlık çetesi kurduğundan Reyiz, Kenan tek çalıştığından Tekçi, Murat pasaport ve evrak işlerine baktığından Evrakçı, Selman, SSK' ya bağlı kendini müfettiş gösterip diğerlerini dolandırdığından Sahte Müfettiş, Kenan sahte kimlik düzenlediğinden Kimlikçi diyorduk.
    Sohbetlerimizin çoğunluğu, yapılan suçların espiri mahiyetinde anlatmasaydı. Bazı kişiler de ballandıra ballandıra anlatıp, yaptığıyla övünmesiydi. Cezamı bitirip tahliye olduğumda, kaldığım yerden devam edeceğim diyenler de çoktu. Çoğu kişiler yaptıkları işi meslek edindiğinden, bu kişilerin ıslah olacağına inanmıyorum. Buraya düşmek bana ders oldu. Tahliye olunca hayırlısıyla bir iş bulup alın teriyle, emek gücümle çalışıp, para kazanırım diyen pek enderdi. Bu ender kişilerden birisi de ben ve birkaç arkadaşımdı.
    Ben ve benim gibi düşünenler ise, şeytana uyduk, yanıldık, arkadaş kurbanı olduk, çevremizin etkisi altında kaldık, irademize hakim olamayıp, bir hata işledik, aile yapım, itibarım, mevkiim sarsıldı. Cezam neyse çekerim, tahliye olunca da, hayata yeniden dört elle sarılacağım düşüncelerinden ibaretti.
    Tümünü Göster
    ···
  13. 63.
    0
    Topluma sürekli zarar veren kişilerin, defalarca hapishaneye girip çıkmasıyla, ıslah olmayan bu kişilere uygulanacak en büyük ceza, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının yeniden düzenlenerek cezalarının yükseltilmesi ve kısmi veya genel af da olsa yararlandırılmamasıdır. Bu kişiler hapishaneye gire çıka, mahkemelere gide gele, hangi suçun ne kadar cezası olduğunu bir avukat kadar iyi biliyorlar. Bu kişileri topluma kazandırmak bir hayli güç olacağından, cinsiyet ve yaş grubuna göre ıslah evi kurularak, uzun süreli cezalarını çekmeleri gerekir.

    Bugün buraya gelişimin ( 23.07.1998 perşembe ) 23. günü. Çarşamba akşamından herkes banyosunu yapıp sakal tıraşını oldu. Sabah sayımla birlikte kalktık. Tüpümüz bittiğinden çayımızı komşu koğuştan ( E / 5 ) demleyerek kahvaltımızı yaptık. Sabah saat dokuzdan itibaren kulaklarımız gardiyanın sesindeydi. Umut ve heyecanla ziyaretçilerimizi bekliyorduk. ikinci turda ilk gelen ziyaretçilerimizin ismi okuduğunda benim adım da geçti. Ziyaret mahalline gittiğimde, patronumu görünce şaşırdım. Çünkü onu beklemiyordum. Cezaevinin kuralı, sayısını tutmayanları ziyarete almıyorlardı. Hasan Amcaya, seni içeriye nasıl aldılar diye şaşırarak sormuştum.
    O da, uzaktan geliyorum, eniştesiyim. Burada kimsesi yok diye yalvardım, yakardım, içeri girdim dedi. Ziyaretime gelmen beni memnun etti, Allah senden razı olsun dedim. Belki görüşemeyiz, içeri almazlar diye düşündüğümden bir şeyler almadım ama şu beş milyon benden, şu bir buçuk milyon da Ünal’dan. Bu parayı sana nasıl iletebilirim deyince, dayanamadım. Ağladım. Çünkü bir buçuk milyonu gönderen Ordulu hemşerim Ünaldı. Ünal’la uygun müddet Hasan Amcanın kahvesinde çalışmıştım. Kendisi garsonluktan sıyrılıp çalışmış olduğu kahvenin sokağında el arabasıyla köfte ekmek satıyordu. Kazandığı rızkından para ayırıp bana göndermesi, beni çok duygulandırmıştı. Hasan Amca ağlamana gerek yok, sen müsterih ol, bak gündemde af yasası var. inşallah yakında af çıkar, seni aramızda görürüz diyordu.
    ···
  14. 64.
    0
    Ziyaret dediğin ne ki? Yirmi dakika, göz açıp kapayıncaya kadar süre dolmuştu. Vedalaşıp ayrıldık.
    Koğuşa geldiğimde üçüncü tur ziyaretçisi gelenlerin isimleri okunuyordu. Tekrar ismim okunduğunda eşim gelmiştir diye düşündüm. Eşim, oğlum Mert, akrabam Birol, eşi Ayşe ve küçük kızı gelmişti. Eşim ve oğlumun her hafta farklı kişilerle ziyaretime gelmesi beni oldukça memnun ediyordu. Hepsinin dileği, canını sıkma, rahat olmaya çalış, bizleri, çocukları düşünme. Bak yakında afta çıkacak, özgürlüğüne kavuşur, tekrar hep beraber bir arada oluruz temennisi ve dilekleri beni biraz olsun rahatlatıyordu.
    Büyük oğlum Mehmet henüz tatilden dönmemiş. Oğlum Mert'in benimle konuşmaması içimi kemiriyordu. Ne de ola evden ayrılalı yirmi dokuz gün olmuştu. Bu bir aylık sürede çocuklarıma nasıl bir sevgi gösterebilirdim ki? Elini uzatsan uzatamıyorsun. Öpüp koklayamıyorsun. Bir atasözümüz vardır. " Gözden ırak olan, gönülden de ırak olurmuş."

    18 veya 19 Temmuz akşamı televizyon kanallarında DSP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Ecevit tarafından, af önerisi teklifini getirmesi, bu camiada yaşayan tüm mahkûmlar tarafından ortalığı bir anda alkış tufanına zütürdü. Artık, hepimizin kulağı televizyon kanallarında, ve gözümüz gazetelerdeki afla ilgili en ufak yazıyı ve manşetleri okumayı beklemekteydi. Her birimiz bir değerlendirme yapıyorduk. Bir haftada çıkar, iki - üç haftaya çıkar veya 29 Ekim’e kadar çıkması gerekir yorumlarıyla neşelenmeye çalışıyorduk. Yirmi dört seneden bu yana çıkmayan bir affın Cumhuriyetimizin 75. yıl dönümüyle çıkması gerektiğini savunuyorduk. Bazı gazetelerdeki köşe yazarlarının da affa karşı çıkması bizleri isyan ettiriyordu. Bu affa karşı çıkanların, en azından iki - üç aylığına hapishanede yaşamasını isterim. Çünkü bu ortamda her şeye hasretsin. Özlemle yanıp tutuşuyorsun. Bülbülü altın kafese koymuşlar, ille de vatanım demiş. Veya kafesteki bir kuşu düşünün. işte bizim yaşantımız da bu kafesteki kuşa benzemekte. Kısmi veya genel affın çıkmasıyla insanların özgürlüğe kavuşması aileleri sevince boğacaktır. Bizler de, büyük seçimle bu affın çıkmasını dört gözle beklemekteyiz.
    ···
  15. 65.
    0
    Cezaevinde bloklar suç unsurlarına göre ayrılmıştı. Kaldığım blokta, çek - senet dolandırma, zimmet, sahtekârlıktan suç ve ceza almış mahkûmlardan oluşuyordu. Karşımızdaki C Blokta cinayet, gasp ve yaralamadan ceza almış mahkûmlar bulunmaktaydı. Bloklar arası iletişim kurulamıyordu. Ancak bahçe saatinde, bahçeye çıktığımızda, karşı bloktaki arkadaşlarla pencerelerden konuşabiliyorduk. Konuşanlar da, dışarıdan birbirlerini tanıyorlarsa sohbet ediyorlardı.
    Saat gecenin sekizini gösteriyordu. Televizyonda ana haberleri takip ediyorduk. Affın yirmi beş temmuzda masaya yatırılacağını söylüyordu Ecevit. Koğuş içi alkış ve naralar bizleri şenlendirmişti. Zeki Kanar Ağabey çaycıya patlat bakalım çayları dedi. Çaycı da, abim çayımız kalmadı deyince, ben şimdi bulurum dedi. Bizim koğuş üçüncü kattaydı. Koğuş camları ile üst ranzalar bölümü paraleldi. Ranzaya çıktı. Bana asansörü verin dedi. Asansör kelimesi bana burada yabancı gelmişti. Bakalım, bu asansör neyin nesi diye merakla olanları izledim. Bir poşet, poşetin ucunda sekiz - on metre uzunluğunda çarşaftan yapılmış ip ve poşetin içinde ağırlık olsun diye üç - dört tane limon vardı. Camdan, bir alttaki koğuşa sesleniyor. E / 4, E / 4 diye bağırıyor. Sesi duyan birisi cama çıkıyor. Evet burası E / 4, sen kimsin diye soruyor. Burası E / 6, bizde çay bityi, sizde var mı? diye soruyor. E / 4 de var abi, gönder asansörü verelim diyor. Poşet, ip ve limondan asansör, limonun ağırlığı ile aşağıya doğru pl sallandırılmakta. Poşet hazır olduğunda tamam çek diye bağırıyor. Çay elimize ulaştığında, tamam sağol, teşekkür ederim, hayırlı geceler deyip işlem tamamlanmış oluyordu. Koğuşumuza yeni gelen ve cezaevine ilk defa düşen Karslı Kenanın da hoşuna gitmişti ki, ikimiz bu olaya biraz gülüştük.
    ···
  16. 66.
    0
    Burada hükümlü bulunan mahkûmların yirmi ila otuz gün arasında sevki çıkıyormuş. Adalet Bakanlığınca ayarlanan bu sevkte, nereye gideceğimi merakla beklemekteyim. Buradaki ortama ve arkadaşlara da alışmıştım. Ayrılmak zor da olsa, sevki çıkanın gitmesi gerekiyordu. istanbul’dan uzak bir yere sevkimin çıkması, beni endişelendiriyordu. Çünkü burada her hafta ziyaretime gelen vardı. Mutlu oluyordum. uzak bir yere gitmek, ziyaretçinin olmaması demekti. Af gündeme geldiğinden. üç akşamdan bu yana yatarken sevkim çıkmasın diye Allaha dua ediyordum.

    Gariban, arayanı sarayını olmayan mahkûm arkadaşlar için, blok içerisinde hâli vakti iyi olanlardan para toplanıp o kişiye veya kişilere pay ediliyordu. Yardımlaşma ve dayanışmanın bir örneğini de görmüş olup, mutlu oluyordum. Bu gece de hiç uyuyamadım. Gece defalarca kalkıp sigara içtim. Saat dört onbeşte kalkıp tekrar bir sigara daha içip yatağıma uzandım.

    24.07.1998

    Sabah sayımına zar-zor kalkabildim. Kahvaltımı yaptım. Bahçeye çıkıp biraz volta attım. Saat 22:00 sıraları Tuncer iç koğuşa gelip bugün sevk varmış. Kırk kişi gidecekmiş. ( Bana ) devre sen de hazırlan, gidebilirsin diye takılmıştı. Hakikatten yarım saat sonra, blok gardiyanı gelip sevk edilenlerin isimlerini ve gideceği yeri okurken, inşallah benim ismim okunmaz diye dua ediyordum. ismim ve gidecek olduğum yer, Kastamonu - Araç okunduğunda bir tuhaf olmuş, beynimden vurulmuşa dönmüştüm.

    25.07.1998 cumartesi günü açık ziyaretim vardı. Eşim ve çocuklarım gelecekti. Bir aydır çocuklarımı koklayıp sevememiştim. Doyasıya onlarla sohbet edip, kucaklaşıp, hasret giderecektim. Açık ziyarete bir gün kala sevkimin çıkması ve sevk yerimin istanbul’a uzak oluşu beni çok üzmüş, kendimi tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Koğuş arkadaşlarımdan birkaçı yanıma gelip, teselli vermeye çalışıyorlardı. Onlar teselli verdikçe ben daha çok hüzünleniyor, doyasıya bağıra bağıra ağlamak istiyordum. Koğuş arkadaşlarıma da alışmıştım. Onlardan ayrılmakta zoruma gidiyordu. Behçet, Nedim ve Şeref Ağabey, uzun müddet teselli vermeye çalıştılar. Yeterli miktarda paramın olup olmadığını sordular. Gidecek olduğum yerin, Metris Cezaevinden daha iyi olduğunu, her zaman ziyaretçin gelse açık ziyaret yaparsın. Çocuklarını, eşini yanına alıp sohbet edersin. Telefon açman kolay olur. Bahçen akşama kadar açık olur gibi laflarla beni avutmaya çalışıyorlardı. Ben, sevkimi Tekirdağ - Çanakkale arasında olan cezaevlerinde çıkmasını bekliyordum. Gidecek olduğum cezaevinin istanbul’a yakın olması ziyaretimi kolaylaştırır, aile özlemi çekmezdim. Şimdi uzak yere gidiyordum. Ailemin yanıma gidip gelmesi çok zor olur. Maddi durumum iyi olsa, kendimi bu kadar üzmem diyordum. Arkadaşlarımla bir müddet konuşmadan rahatlamaya çalışmıştım.
    Dayı diye hitap ettiğim Şeref Ağabey, koğuş içerisinde para toplamış. Tekrar yanıma gelip al şu parayı, yanında bulunsun. ihtiyacın olur dediyse de zorla kabullenerek aldım. Allah sizden razı olsun, sağ olun, varolun dedim. Artık yolculuk hazırlığına başlamalıydım. Valiz yasak olduğundan, iki tane büyük çöp torbasını iç - içe geçirip, eşyalarımı toplamaya başladım. Tuncer de yardım ediyordu. Diğer taraftan Zeki Ağabey, koçum, gidecek olduğun yerde battaniye bulunmaz. Bu battaniyeyi yanına al, torbaya yerleştir dedi. Ve artık çağırılmayı bekliyordum.
    Tümünü Göster
    ···
  17. 67.
    0
    Saat 00:30 Blok gardiyanı gelip, sevkçiler hazırsa kapıda toplansın diye bağırıyordu. Koğuş arkadaşlarımla tek tek vedalaşıp, öpüşüp, helalleştim. Bizim bloktan üç kişi daha kapı önüne sevk için gelmişti. Merdiven başına toplanan diğer mahkum arkadaşlar bizleri yol etmek için toplanmıştı. Onların tempolu alkışları içerisinde kapıdan çıkarken, bizler de Allah sizleri de kurtarsın diye yüksek sesle bağırıp, alkışlar arasında bloktan ayrıldık. Bu tempolu alkış her sevk ve tahliye olana yapılıyordu. Bütün sevkçiler açık ziyaret bahçesinde toplanmıştı. Baş gardiyan elinde listeyle gelip, ismen ve gidecek olduğum yerleri tekrar yeniden okuyup, gelip gelmeyenleri de kontrol ediyordu. Kırk iki kişi olduğumuz söylendi. Sevk yerleri Karabük - Ovacık, Sinop merkez ve Ordu - Ünye’ydi.
    Saat 16:00 olmuştu be herhangi bir hareket yoktu. Kimimiz öfkeli ve sinirliydik. Karnı acıkanlar, koğuştan temin ettikleri ekmek, zeytin, peynir, domatesle açlığını yatıştırıyordu. Ben de çok acıkmıştım. Yanımda da nevalem yoktu.
    Cuma günleri avukat günü olduğundan E - 2 Blok mümessili Yılmaz Ağabey avukatının yanından çıkmış, koğuşa giderken camdan bizlere bakıyordu. Kendisini bizim koğuşa gidip gelirken tanımıştım. Yılmaz Ağabey E - 6'danım. Bizim mümessile söyleyiver, karnım çok acıktı, bana bir şeyler gönderirse çok memnun olurum dedim. Yarım saat sonra gardiyan ismimi okuduğunda, elindeki çantayı bana verip, bunu Ömer Bey gönderdi deyip, kendisine teşekkür ettim. Çantaya iki tane süt, iki paket bisküvi, bir ekmek arası zeytin, peynir, domates ve unutmuş olduğum hamam havlusu konulmuş. Ekmeğin yarısını yiyerek açlığımı yatıştırdım. Gardiyanların eşliğinde beşer kişilik gruplar halinde tuvalet ihtiyacımızı da gideriyorduk. Saat beşe doğru jandarmalar gelip, başlarındaki astsubay, Eflani’ye gidecekler buraya, Ünye’ye gidecekler bu tarafa toplansınlar diye komut vermişti. Askerler, çantaları tek - tek, kişileri de tepeden aşağı arayıp, ikişer gruplar halinde mahkumların ellerini ( birini sağ elinden, diğerini sol elinden ) kelepçeliyorlardı. Tek kalan olursa o da çift elleri önden kelepçeleniyordu. Hazırlanan grup, sıra başına gidiyordu. Başka bir astsubay gelip, Kastamonu - Araca gidecekler yanıma gelsin dediğinde etrafına altı kişi toplanmıştık. Karabük - Ovacık mahkumları da sol tarafıma dizilsin dediğinde onlar da altı kişiydi.
    Tümünü Göster
    ···
  18. 68.
    0
    Arkadaşlar, on iki kişisiniz. Altı kişiyi Ovacığa, altı kişiyi de Araç’a teslim edeceğiz. Araç komutanı olarak başınızda ben bulunuyorum. Yolculuk esnasında şikayetiniz olursa iletin. Şimdiden bir sorununuz varsa söyleyin diye konuşma yaptı. Kimsenin bir sorunu çıkmadığından, bahçedeki askerler tarafından eşyalarımız ve üstümüz didik didik arandı. Çantalarda bulunan çamaşır deterjanı, şampuan, jilet, ayna ve hapların hepsini toplayıp, bunların arabada, yanınızda bulunması yasak, indiğiniz yerde sizlere iade edeceğiz dediklerinde sebebini öğrenmek istedim. Komutan, bunlar yasak çünkü, bazı mahkumlar yolculuk esnasında kendini jiletliyor, deterjanı suyla karıştırıp içiyor, problem yaratıyorlar. Biz sizleri buradan nasıl sağ - salim aldıysak, gidecek olduğunuz yere de sizleri sağ - salim zütürmek zorundayız diye açıkladı. Bizler de ikişer kişilik gruplar halinde, birimiz sağ elinden, birimiz de sol elinden kelepçelendik. Dosyalarımızın üstüne de boyumuz, kilomuz, vücudumuzdaki yara, iz ve dövme olup olmadığı sorularının cevapları yazıyordu. Herhangi bir firari olayda başına polise ve jandarmaya kolaylık olsun diye eşkallerimiz de belirtilmişti. Grubumuzun üst ve çanta aramaları tamamlanıp, geride kalan diğer grup arkadaşlara Allah kurtarsın diye Metris Cezaevi’nden ayrılmak üzere, ceza ve tutuk evi ring aracına bindirildik. ( Ring mahkumların, aynı güzergah üzerinde, çeşitli il ve ilçelerdeki cezaevi nakli sırasında, üç-dört aracın birlikte hareket etmesine deniliyordu. ) Arabanın sağına altı, soluna da altı kişi oturarak, çöp poşetinden oluşan çantalarımızı, diğer deyimle torbalarımızı da yanımıza alarak orta yerde dizlerimizin arasında topladık. iyice sıkışmıştık. Bu uzun yol nasıl bitecek diye hepimiz mırıldanıyorduk. Komutan, tekrar yanımıza gelip, bir isteğimizin olup olmadığını sorduğunda ben, parmak kaldırıp söz aldım. Komutanım, yolumuz kaç kilometre? Saat kaç gibi orada oluruz? Su, yemek ve tuvalet ihtiyaçlarımızı nasıl gidereceğiz? dedim. Bolu - Düzce, Kaynaşlı’da mola vereceğiz. Tüm ihtiyaçlarınızı orada karşılayacağız diye cevapladı. Arabanın ilk bölmesinde şoför ile komutan, orta bölmesinde bizler, son bölmesinde de tam teçhizatlı beş asker vardı. Askerlerden birisi, bölmeli kapıyı üstümüze kilitledi. Hareket ettiğimizde akşam saat 17:30’u gösteriyordu ve böylece sevk yolculuğumuz başlamış oluyordu.
    Tümünü Göster
    ···
  19. 69.
    0
    http://www.youtube.com/watch?v=ADOQQiwgU0Y

    SEVK YOLCULUĞU 24.07.1998 17:30

    Yukarıdaki tarih ve saat itibariyle Metris Cezaevi’nden ayrıldık. Arabanın içi çok sıcaktı. Hepimiz ter döküyorduk. Ellerimizin kelepçeli olması rahat hareket etmemizi engelliyordu. ikinci Boğaz Köprüsünün çıkışında durduk. On-on beş dakika hareket etmemiştik. Hepimiz merakla arabanın küçük camlarından dışarıyı gözleyip komutan ve askerlerin konuşmalarını dinlemeye çalışıyorduk. Sıcaktan patlamıştık. içimizden Tuncay arkadaşımız camdan komutana seslenerek yanımıza gelmesini istedi. Komutan yanımıza kadar gelip, sorun nedir diye sorduğunda, Tuncay: Komutanım, kapıyı biraz açık tutar mısınız? Sıcaktan patladık, az hava alalım. Kelepçeler de çok sıkı, biraz gevşetebilir misiniz dedi. Komutan da askere emir vererek, Abdullah, arkadaşların kelepçelerini bir diş gevşet, kapıyı da beş dakika açık tut dedi. Bizler hep bir ağızdan, Sağol komutanım, Allah razı olsun komutanımn diyerek memnuniyetimizi belirtmiştik. Abdullaha neden bekliyoruz diye sorduk. O da Sinop ve Ünye mahkumlarını taşıyan ringi bekliyoruz, üç araç konvoy şeklinde gideceğiz dedi. Saat yedibuçukta üç araç yanyana gelip, araç komutanları kendi aralarında konuşarak yola koyulduk. Arabımızın sağında ve solunda üçer pencere bulunuyordu. Pencerelerde göz kararı ölçtüğümde nem, yükseklikte yaklaşık otuz santim uzunluğundaydı. iki pencerenin camı kırıktı. Araba yol aldıkça esen hafif rüzgar bizleri serinletmeye yetmiyordu. Kelepçelerin gevşek olmasıyla hepimiz kelepçelerden boşandık. Birbirimizin bileğine çift, diğerimizin bileğine tek dolanan zincirlerden kurtulmak hepimizin hoşuna gitmişti. Altı kişinin bileğinde çift sarılan kelepçelerkilitli olduğundan bileklerinde asılı kalmıştı. Askerlerden birisinin de bölmenin deliklerinden bizi gözetlediğinin farkındaydık. Kapının arkasından seslenerek, Arkadaşlar, hepinizin kelepçelerden kurtulduğunu gördüm. iyi niyetimizi suistimal etmeyin. Araba durduğunda kelepçeleri takın. Komutan görürse ellerinizi çok kötü bağlarız dedi. Bizler de, tamam asker, senin için rahat olsun, sana laf getirtmeyiz dedik. Birkaçımız camdan dışarıyı seyrediyorduk. Bir aydır otomobil, ev, yeşillik, ağaç, hayvan ve çeşitli insanları görmemiştik. Dışarıyı seyrederken öf anam, manitaya bak, şu arabayı ben kullanacaktım, şu ağacın altında ne güzel rakı içilir gibi hasretlerini dile getiriyordu. Ben de bir müddet ayakta kalarak dışarıyı seyrettim. insanları, evleri, yeşillikleri ve Sapanca Gölünü, yol boyunca seyretmek çok hoşuma gitmişti. içimden de Allahım ne olursun bizi buralardan kurtar diye yalvarıyordum. içimizden birisi defalarca hapse girip çıktığından, ringleri yaşadığından arkadaşlar ben bu konularda tecrübeliyim, yanıma kola ve bol miktarda yiyecek aldım. Yanında katığı olmayan, acıkan varsa ikram edeyim dedi. Bizler de kola içeriz, yemeği molada yeriz dedik. Hepimiz kola içerek serinlemeye çalıştık. Arabanın içinde on iki kişiydik. Sanki sözleşmiş gibi hepimiz birden sigara yakıyorduk. Dumandan gözlerim yanıyor, diğer taraftan su gibi ter çıkartıyordum. Havanın kararmasıyla rahatlamıştık. Tatlı tatlı esen rüzgar içeriyi serinletiyordu. Saat dokuz kırkta Kaynaşlı’ya, istasyona girdik. Asker, kelepçelerinizi takın, komutanım görmesin diye uyardı. Bileklerimizden çıkarttığımız kelepçeleri tekrar taktık. Kendi kendimizi kelepçeliyorduk. Komutan kapıyı açarak, arkadaşlar, mola yerimiz burası. Yemek olarak sadece ekmek arası köfte yiyebilirsiniz. Tuvalete de ikişer ikişer gideceksiniz dedi. Hepimizin karnı aç olduğundan gelen garsona yarım ekmek arası sipariş verdik. Fiyatı da altı yüz bin lira deyince dudaklarımız uçukladı. Yarım ekmek ve sekiz-on köfte için altı yüz bin lira vermek hepimizin zoruna gidiyordu ama karnımız da açtı. Tamam kardeşim, sen köfteleri hazırla, gelirken de on iki tane kutu kola getir dedik. Bu arada köfteler hazırlanadursun, bizler de tuvalete gitmeye başladık. ikişer ikişer gidiyorduk. Askerler; Beyler kelepçeleri çıkartmak yasak olduğundan büyük tuvalette yasak, ancak çişinizi yapabilirsiniz diyordu. iki kişi kelepçeli olduğundan birimiz arkamızı dönüp, diğerimiz kelepçesiz olan eliyle çişini yapmaya çalışıyordu. Tek elle de çiş yapmak ve yüz yıkamak hayli zor oluyordu. Tuvalet molası bittiğinde ekmeklerimiz gelmişti. Kolalar nerede diye sorduğumda yasak dendi. Hepimizin şalteri atmıştı. Öyle ya, köfte ekmek kuru kuruya yenmez dedik. Askere komutanını çağır dedik. Komutan gelip mesele nedir dedi. Tuncay arkadaşımız, komutana mahkumsak insana bu kadar eziyet verilmez. Havalar zaten sıcak, bu köfte ve ekmekler kuru kuruya gitmez. Yanına ayran, kola, fanta gibi bir şeyler gerekir. Boğazlarımız susuzluktan kurudu diye hiddetli hiddetli konuşurken, bizler de tasdikliyorduk. Hararetli hararetli konuşulurken, karşımıza teğmen çıktı. O da ne oluyor burada, bir durum mu var diye seslendi. Aynı şekilde isteğimizi ona da söyledik. Teğmen Beyler de, sizler birer mahkumsunuz. Bazı yasaklar vardır. Buna da uymalısınız diye hararetli şekilde söylenip, bizleri azarladı. Tuncay da hiçbirimiz köfte ekmek yemiyoruz. Geri alın dedi. Teğmen de böyle bir şey beklemiyordu herhalde. Tuncayın lafı üzerine, köfte ekmekleri geri alın. Bunlara su bile yok. Kapıyı üstlerine kapayın diye askerine sert dille emir verdi. Bizler de yanında kim ne aldıysa ekmek, zeytin, peynir, domates, salatalık, bisküvi gibi şeyleri ortaya çıkartıp, kelepçeli ellerimizle karnımızı doyurmaya çalıştık.
    Tümünü Göster
    ···
  20. 70.
    0
    Canımız su ve kola istiyordu. Tuncay, ismini öğrendiğimiz askerlerden Abdullah’a seslenerek, bizim araç komutanının yanımıza gelmesini istedik. Komutan geldi. Tuncay bu sefer alttan alarak komutana, siz iyi bir insana benziyorsunuz. Halimizden anlayın. Bizlere su ve kola temin edemez misiniz dedi. Komutan da biraz sonra hareket edeceğiz, teğmen de bizim komutanımız, ne diyorsa yapmak zorundayız. O şimdi yemek yemeye gidecek, gittiğinde askerlere doldurttururum. Kolayı da benzin alacak olduğumuz yerden alırız dedi. Hep bir ağızdan, sağol komutanım. Sen de olmazsan bu yol çekilmez dedik. Boşalan pet su şişelerini askerlerimiz doldurdu. Saat yirmiüç onda istasyondan ayrıldık. Yirmiüç kilometre ilerledikten sonra da şoförümüz benzin alırken, Abdullah kolamızı da almış oldu. Bu sefer en büyük asker bizim asker, Allah seni sevdiğine kavuştursun diye Abdullaha tempo tuttuk. Kelepçeler gevşek olduğundan tekrar bileklerimizden çıkarttık. Altı saattir yoldayız. Kıçımızın üstüne otura otura ve ayaklarımız rahat şekilde uzatamadığımızdan, hareket alanı da olmadığından, kıçımın ve diz kapaklarım ağrımaya başlamıştı. Hepimizin şikayeti aynıydı. Yol da bitmek bilmiyordu. Saatler ilerledikçe, bir an önce evimize kavuşmayı ( yani gidecek olduğum cezaevine ) istiyorduk. Oturduğumuz yerden uyuklamaya çalışsakta rahat edemiyorduk. Herkes bir şeyler anlatıyor, müciplik yapmaya çalışıyordu. Bir ara oturduğum yerden gayr-i ihtiyari sağ bacağımı karşımda oturanın apış arasına doğru uzatmıştım. O' da kardeşim noluyor yahu? Cinsel tacize mi uğruyorum demesi, bizleri güldürmüştü. Espiri ve şakalarla yola devam ederken, Eskipazar - Ovacık yol ayrımına geldiğimizde saat gecenin birini geçiyordu. Hiçbirimiz uyuyamıyorduk. Ben ve birkaç kişi de, pencerden karanlıkta olsa nereden geçiyorum, nereye geldik diye çevreye bakınıyorduk. Gece saat ikide Ovacık yoluna girdiğimizde, diğer ring arabası Eskipazar yönüne doğru hareket etti. Araba gittikçe sallanıyor, her taraftan şangır şungur sesler geliyordu. Bu yolun bozuk ve arazi yolu olduğunu kanaat ettik. Yol aldıkça, saatler ilerledikçe uyku da bastırıyordu. Arabanın sürekli hoplaması, sallanması uykuya daldığım anda gözlerimi dört açtırıyordu. Arazi yolundan ormanlık yola daldığımızı, yolun kapalı olmasıyla anladık. Araba durdu. Bir ileri bir geri yaparak dönmeye çalışıyorduk. Karanlıkta ay ışığından yararlanıp, pencereden etrafa bakınmaya çalışıyorduk. Her taraf karanlık ve bol ağaçlı bir ormana girdiğimiz belliydi. ilk geldiğimiz yere dönüp dolaşıp üç dört sefer geldik. Şoför bir yol daha tutturup istikametine yöneldi. Biz de aabanın içinde, Kastamonun ormanları içerisinde kaybolduk. Ayılara yem olacağım komutan bizi serbest bıraksa. içimizden kaçan olur mu gibi sorulara ayılara yem olmaktansa bir arabanın içinde kalmayı tercih ederiz. Kimimiz de kaçarım diye bozulan morallerimizi düzeltmeye ve şakalaşmaya devam ediyorduk. Köy gibi yere geldiğimizde üç-beş tane hanenin sokak lambalarının yandığını görüyordum. Şoför bir evin yanında durdu. Komutanın araba hoparlöründen Ahmet Ağa, Ahmet Ağa diye seslendiğini duyduk.
    Gecenin üçünde kim Ahmet Ağa? ( ismini hiçbirimiz bilmiyoruz ya! Genelde köy gibi yerlerde Ahmet, Hasan; Mehmet ismi çok yoğun olduğundan, araç komutanımız da bu şekilde seslenmişti.) Karanlıktan adım sesleri geliyordu. Biri komutanın yanına gelerek, ( Gecenin sessizliğinde neler konuştuğunu duyuyorduk.) buyrun komutanım. Hayırdır inşallah, bir durum mu var? sorusuna, komutanın cevabı biz istabul’dan geliyoruz, Ovacığa nasıl gideriz, yolumuzu kaybettik diyordu. Ahmet Ağa yolu tarif etti, yeniden yola koyulduk. Ortalama kırk-kırk beş dakika yol aldık. Araba yine durdu. Komutan bu sefer Mehmet Ağa, Mehmet Ağa diye sesleniyordu. Zavallı köylüm, Mehmet Ağa belki de korkarak komutanın yanına geldi. Buyurun komutanım, hayır mı, şer mi? Bir durum mu var sorusuna komutan, biz istanbul’dan geliyoruz, arabada mahkum var, Ovacığa gideceğiz, yolu bir türlü bulamadık diye cevapladı. Mehmet Ağa rahatlamış ve korkusunu yenmiş olacak ki, komutanım buyurun oturalım, çay ayran ikram edeyim diyordu. On-on beş dakika oturdular. Ayran içtiler. Pencereden olup bitenleri karanlıkta görmeye ve işitmeye çalışıyorduk. Güzergah tarif edildikten sonra tekrar yola koyulduk. Nihayet sabahın beşinde Ovacık Cezaevine gelmiştik. Askerlerin, Ovacık mahkumları torbalarınızı hazırlayın, ineceksiniz emriyle altı kişi toparlanarak, araçtan ellerinde torbalarıyla ikişer ikişer inmeye çalışıyordu. Her birimiz, birbirimize Allah kurtarsın temennisiyle vedalaştık. Ovacık Cezaevinde tuvalet ihtiyacımızı da giderdik. Devir teslim işlemleri yapılıp saat beş otuzda tekrar yola koyulduk. Tan vakti sökmüş, sabah olmuştu.
    Tümünü Göster
    ···