/i/Başıma Geldi

Hayatta başınıza gelenlerden ibaret değil midir?
  1. 26.
    0
    Cino, en sevdiğim çikolatadır bu arada. Portakallı. Her gün en az üç tane yerdim. Ekmek almaya gittiğimde, yanında başka bir şey daha alacaksam eğer, Cino kanıma girerdi. Cebime girecek onca paradan alacak olduğum ekmeğin fiyatını çıkartırsam eğer, Cino aldığım anlaşılırdı. Ama birden fazla ekmek, ayrıca yoğurt, kabarta tozu veya un gibi şeyler de alacaksam, o kadar hesabın içinde alacağım bir Cino arada kaynardı. Hatta kim uğraşacak o kadar paranın hesabıyla der, en az bir, en fazla iki Cino alırdım. Birini yolda yürürken enlemesine ağzıma tıkar, diğerini de sol elimin onca poşet yükün altında ezilmesine umursamaksızın Cino'nun paketini açmaya çalışır ve eve varana kadar, onu da yemek için uğraşırdım. Hiç bedavaya Cino yemedim okulda.
    Bir dahaki dersimiz, yine aynı öğretmenimizin girdiği beden eğitimi dersiydi. ilk önce erkekler, sonra kızlar sırasıyla boşalttı sınıfı. Eşofmanlarve spor ayakkabılar bir-bir çıktı kimisi yeşil, kimisi siyah poşetlerden. Kimimiz heyecanına yenik düşüp poşeti yırttı. Kimimizin babası esnaf ya da pazarcıydı ve spor ayakkabısı yoktu. Bizzat kendimin attığı poşetin düğümünü çözerek ağzını açtım. Eskiden ışıkları yanan spor ayakkabılarımı poşetten çıkardım ve giydim. Bir açılıp, bir kapanan gri sınıf kapısını bu kez de ben araladım ve benden önce çıkanlara yetişebilmek için adımlarımı hızlandırdım.
    ···
  2. 27.
    0
    Okulun dış kapısına varmaya az kala ayakkabılarımı yere sürte sürte kendimi durdurdum. Merdivenlerden indim ve soluma dönüp on metre ilerideki bir diğer basamaklara varmak için yürüdüm. Üç basamak indim ve tekrar yine soluma döndüm. Önümde yedi basamak, yanımda ise mermerden yapılma kaydırak. Kaydırak gibi. Oradan kaysan ineceğin yedi basamaktaki harcayacağın zamanın onda birini bile harcamazsın. Kaykayın sonu kırık ama. Sert bir darbe sonucu hasara uğramış olan betondan yapılmış bu merdivenin demir iskeleti hemen orada. Kaydın diyelim, dikkat etmelisin. Eğer yatarak kayarsan ve o kısa süre içerisinde doğrulamayıp ve ayaklarını öne atıp ayakta duramazsan, o demirler sana batar. Tıpkı Osman'a battığı gibi.
    Bir önceki dersten beri üzerine iddiaya girip oynanan ezilmiş kutu kolanın beton zeminde çıkarttığı gürültüyü bastırmıştı Osman'ın sesi. Zaten on-on beş saniye sonra da kesildi. Osman, belki zaman kazanmak, belki kızlara hava atmak, belki de şov yapmak istiyordu. Fakat Osman ya hızına, ya hormonlarına, ya da egolarına yenik düştü ve kafa üstü kayayım derken, demirlerin kafasına saplanmasına sebep oldu. Arka sıramda oturan Osman'ın yerine üç gün boyunca çiçekler konuldu.
    Cuma günü derse geç kalmam öğretmenimizin dikkatini hiç çekmemişti. Aksine o bugün sinirli değil, hala çok üzgündü. Özrümü dileyip sırama geçerken farklı iki sıraya konmuş çiçeklerin dikkatimi çekmesi ve öğretmenimize kulak asmam, beni daha da çok şaşırttı. Osman'ın arka sırasında oturan Münevver, dün akşamevine giderken bir kamyonun altında ezilerek can vermişti. iki arka sıram da çiçeklerle donatılmıştı. Ölümün peşime takıldığını düşünmek, beni bu kez oldukça korkutmuştu. Öğretmenimizin dediğine göre, Münevver dün sabah okula giderken, annesinden beslenme çantasına muz konulmasını istemiş, annesi de Münevver'e olmadığını ve alamayacaklarını içeren bir konuşma yapmıştı. Nedensizce hayatını kaybeden Münevver'in annesi bir muz bile alamadığını öğretmenimize ağlayarak anlatmış. Bunun üzerine bir şey yapması gerektiğini düşünen öğretmenimiz, beslenme saatlerinde muz yenmesini yasaklamıştı.
    ···
  3. 28.
    0
    Davut Bakkal' a ekmek almaya gittiğim sabah, günün ne kadar sıcak geçeceğini anlamıştım. Hafta sonları, dışarı sadece ekmek almak için çıkardım. Günün kalan saatlerinde evde oturup ya televizyon izler, ya da Temel Britannica angiblopedilerini karıştırırdım. Şu Temel Britannica yanımdan geçse, ilk önce kokusundan tanırım. Babam çalıştığı kahvehanede, Hürriyet'in verdiği kuponları toplar, her ay bayiye zütürürdü. Hemen hemen bütün set vardı oturma odasındaki vitrinin içinde. içine üçüncü şekeri gizlice attığım çay bardağı ile birlikte oturmuş, Recep Amca’yı kesiyorum tül perdenin arkasından. Recep Amca da çay içiyor. Cebinden Samsun paketini çıkartıp bir dal yakıyor. Annem sesleniyor bahçeden. Pikniğe gidecekmişiz. Eyüp Sultan'a.
    ···
  4. 29.
    0
    Daha ilk yokuşu inmeden başlıyor sızlanmalar. Hava çok sıcak. Daha ilk yokuşu inerken, Nuriye Ablanın terasa astığı halıdan bir damla düşüyor enseme. Sonra omuzuma. Yok böyle bir serinleme. Yere bakıyorum. Hiçbir su birikintisi yok. ilk defa sıcağın etkisi, bizim sokağı bile etkilemiş diyorum içimden. Kulağını yere yaklaştırıp dinlesen o sesi, cos diyecek. Köşeyi dönüp bir sonraki yokuştan inerken dönüp bakıyorum ardıma. Yolun yarısı net, yarısı dalgalanıyor sıcak hava dalgasından. Erkan'ın annesi Nermin Teyze' den biraz çekiniyorum açıkçası. Tek gözünün olmaması beni ondan uzaklaştırıyor. Annem bir gün merakına yenik düşüp açmıştı bu konuyu ona. Kaynanası beddua etmiş. Gözün yumurta kırılır gibi yerinden çıksın da aksın inşallah. Göz, yumurta arasında bir konuydu. Hiç anlamamıştım. Güvercinleri kovalayarak Eyüp Sultan' dan geçiyoruz. Arada güvercinlere şut çekiyorum. Erkan topu tekrar getirmek için koşuyor sıcağın altında. Fanilyası şimdiden gözüküyor sırılsıklam olmuş tişörtünden. Kavruk enselerimizle Eyüp Sultan türbesini geçiyoruz güneşin altında. Mermer zemin ayakkabımın kaymasını sağlıyor. Büyük bir zevkle kayarak ilerliyorum zeminde. Cevşenler, seccadeler, ezan okuyan renkli renkli saatler, ihramlar her yerde. Sıcağı umursamayan teyzelerin, ter kokularının arasından sıyrılıp geçiyoruz. Halicin kokusu geliyor burnuma. Az önce tuttuğum nefesi bırakıp ciğerlerime dolduruyorum Haliç’i. Temiz olmasa da idare ediyor.
    ···
  5. 30.
    0
    Bir çam ağacının altına bırakıyoruz taşıdığımız bütün nevaleyi. Annemler sofrayı hazırlamaya başlıyor. Termos, çay bardakları, ikili ekmekler, poğaçalar, domatesler, peynirler bir bir sepetlerden çıkıp, kilimin üstünde yerini alıyor sırasıyla. Çaylar ardı ardına içiliyor. Biz de az ilerde salıncakların keyfini sürüyoruz. Kaydıraktan defalarca kayıyoruz. Bir süre sonra ayakkabım ağırlaşıyor içine dolan kumdan. Çıkarıp yalın ayak devam edeyim derken tek bir adımımla geri zıplıyorum serin toprağa. Şimdi iyi geliyor. Kuru kuruya serinlik. içim yanmış. Annemin yanına gidiyorum. Su istiyorum. Ağırlık olmasın diye su almadıklarının, ilk susayanı çeşmeye yollayacaklarının şakasını yapıyorlar gelişi güzel. Arkama dönüp bakıyorum. Sesimi duyuramayacağım kadar uzaklıktaki Erkan'ın kaydıraktan ters kaydığını görüyorum. içinde tek bir damla dahi bulunmayan boş iki gazoz şişesiyle, diğer çam ağaçlarının arasından çeşmeye doğru yürüyorum. Ayakkabımın içinde kalan kum taneleri parmak aralarıma giriyor. Kaşına kaşına, tatlı sert yürüyorum. Kaldırımdan aşağı adımımı atıp yarısı olmayan mazgalın üstünden zıplıyorum. Çeşme on beş-yirmi adım ilerimde. Ses geliyor derinden. Sağımdan duyuyorum. Kafam dönüp sesi arıyor. Çok geçmeden, iki adım atana kadar görüyorum sesin sahibini. “ Su … “ diyor dudakları beyazlaşmış, saçı sakalı birbirine karışmış esmer adam. Belki de başka bir şey diyor. Ben öyle duyuyorum. Zaten bir kere duyuyorum. Sol elini yumruk yapmış, işaret parmağı ile bütün vücudunu gölgeleyen çam ağacını gösteriyor. Gösterdiği yere bakan gözlerim ne başka bir yere bakıyor, ne de ayaklarım ilerliyor başka bir istikamete. içimde anlam veremediğim korkuyla bir müddet beyaz dudaklarını izliyorum. Gitmem için diretiyor ayaklarım. Tatlı sert yürümeye başlıyorum. Köşeyi döndüğüm gibi çeşmeye varıyorum. Aynı görevi üstlenmiş diğer insanlarla sıraya geçip, şişelerini, bidonlarını, güğümlerini doldurmalarını izlemeye başlıyorum. Dilim damağıma yapışıyor.
    ···
  6. 31.
    0
    Yutkunuyorum. Nafile. Sabırsızlıkla mücadele ediyorum susuzlukla ve sıcakla. Sıra ban geliyor. Yanmış siyah saçlarımla beraber çeşmenin altına sokuyorum kafamı. Aynı anda çenemden aşağı süzülüyor tuzlu sular. Ardından ağzıma doğru ilerliyor. Arkamdaki çay evine ait olan iskemlelerle göz göze geliyorum. Çay bardağını andırıyor hepsi. Şişeleri bir sağa bir sola çalkalıyorum içine doldurduğum az biraz suyla. Suyu dinliyorum Şişe doldukça su sabırsızlanıyor. Dayanamayıp taşıyor hemen. istemeden gülümsüyorum buna. Birini enseme, diğerini sol kolumun altına koyuyorum. Tatlı sert yürüyeyim derken tekrar sıraya giriyorum. Vazgeçiyorum hemen. Ayakkabılarımı çıkarıp çeşmenin su birikintisine sokuyorum ayaklarımı. Normal yürüyorum artık.
    Sola çevriliyor kafam. Beyaz dudaklı amcayı arıyor gözlerim. Nitekim buluyor da. Topu topu üç parça gazete kağıdının altında şimdi. Üzerine taş koymuşlar. Polisler baş ucunda. Öylece uzanıyor. Sol eli uçuşan gazete kağıdının altında beliriyor. Parmağı takip ediyor gözlerim. Az ötedeki bir diğer çeşmeyi kestiriveriyorum.
    ···
  7. 32.
    0
    Babamın yine işe gideceği bir gün, hepimiz erkenden kahvaltı etmek için kalkmıştık. Yere kurulmuş sofrada çay bardakları, çatallar, artık Allah ne verdiyse yerini almıştı. Kapının hemen bitişiğinde duran soba, üzerindeki çaydanlığı kaynatıyor, çaydanlıkta dayanamayıp fokurduyordu. Gümüş rengi, siyah kulplu çaydanlığın ağzından fışkıran su taneleri sobanın üzerine düşüyor, sürekli yinelenen sesin arasına sıcaktan haşat olmuş bülbülümüzün şakıması da karışıyordu. Üstüne bir de televizyonda yayınlanan Sevimli Kahramanlar'ın sesi eklenince, beş-on saniye boyunca aralıklı ve sürekli geçen diyaloglarla evimizde bir şenlik havası esiyordu.
    Bülbül evin en uzak köşesindeydi. Kafesin altında bulunan ve çalışmayan ev telefonumuzun da üstünde durduğu bu raf, aynı zamanda eşya dolabımdı. Sana yağdan sürekli coslayan sobayı anneannem doldurup yakmıştı. Sürekli sobayla ilgilenmesi ve sobanın üzerine konmuş maşanın üstündeki kızarmış ekmekleri bir bir eliyle alması ve hızlıca sofraya atmasından anlamıştım. Anneannem, dedem, annem ve kucağındaki kardeşim, babam, ben, hep beraber yer sofrasının çevresine bağdaşımızı kurmuş, sevimli kahramanlarla kahvaltımızı ediyorduk. Bir anda aklıma aylardır adı konmamış olan bülbülümüz gelmişti. Sıcaktan mı olsa gerek bilmiyorum, normalinden daha fazla ses çıkartıyordu o gün. Babama kafesinin kapısının açılması konusunda bir şeyler zırvalamış, sonunda olumsuz bir cevap almıştım. Herkesin ağzından, bülbülün kafesinin açılmaması hakkındaki sert uyarıları dinliyor, tamam, yapmam şeklinde kafamı sallayıp, uyarıları dikkate aldığımı gösteriyordum. Bütün bir kahvaltı boyunca bülbülden konuştuk. Oda sıcakmış, eğer tavana doğru uçarsa, odanın içinde bulunan sıcak hava dalgasından dolayı kanatları yanar, ölürmüş, yok sobanın borularına konmaya çalışırsa yanarmış, yok o, yok bu. Tamam dedik.
    Babam, dedemle birlikte kahveye gitmiş, annem ve anneannem de, bahçede Hamdiye Teyze ile birlikte örgü, dikiş, örnek gibi konular hakkında sohbete dalmışlardı. Dayanamadım. Kafesin yanında, penceremizin altında bulunan çekyata oturmuş, küçük kuşun neler yaptığını inceliyordum. Kafesin kapısını açtım ve yavaşça, bülbülü korkutmadan sağ elimi kapıdan içeri soktum. Kolumla ve diğer elimle bülbülün kapıdan kaçıp gidemeyeceği şekilde kapatıyor, aynı zamanda bülbüle yaklaşmaya, onu sevmeye çalışıyordum. Geçen süreler içerisinde merakım ve isteğim artıyor, elimin kenarından sürekli bülbülü yakalamak için uğraşıyordum. Bülbül kaçtıkça onunla yarışa giren ben, sonunda yarışı kazanmış olmanın verdiği mutluluk ve özgüvenle elimdeki bülbülü kupa kaldırır gibi kaldırıyor, zaferimi kutluyordum. Bülbülü daha yakından incelemek için koltuğa tekrar oturduğum anda parmağımı ısırması, onu yere fırlatmama neden olmuştu.
    Yarım saat önce kahvaltı sofrasındaki uyarıları, az önce öldürdüğüm bülbülü, içinde bulunduğum durumu ve akşama yaşanacak olan olayları düşündüğüm o an, kaybolmak, kaçıp gitmek ve bir daha dönmemek istedim. Henüz yerde, cansız bir şekilde yatan o bülbülü alıp, tüm soğukkanlılığımla kafesine geri koyacak, katilin ben olmadığını gizleyecek cesaretim bile yokken, evden kaçmayı düşünmek ve bunu istemek düpedüz salaklıktı. Yaşanan bu olay neticesinde evden kaçmam, ailede büyük bir problem yaratacak, ölen bülbülün mevzusu kapanacak ve beni affedecekler düşüncesi bile salaklıktı. Ne olacak? Eve bütün gece gelmeyip sağda-solda takılacak, suçum cezasız kalacak, el bebek-gül bebek büyütülmeyen beni kaçışımın ardından gördüklerinde bağırlarına mı basacaklardı? Bastılar diyelim. Katil olduğum gerçeğini değiştirecek mi?
    Tümünü Göster
    ···
  8. 33.
    0
    Evden kaçsam ne olacak? Elbet er ya da geç yakalanacağım veya eve geri döneceğim. Döndüğüm, daha bahçe kapısından girdiğim anda yerim dayağı. Kaçmadım. Ne olacaksa olur dedim ve utana sıkıla yere fırlattığım bülbülü yerden alıp, kafesine zütürdüm. Kafesin kapısını kapadım ve yüzüme büründüğüm bir şey yok tavrıyla annemlerin yanından geçip, sokağa çıktım.
    Hafta sonuydu sanırım. Çünkü genelde hafta sonları yıkanırdım. Şu yaşıma kadar leğende yıkanmış olmanın verdiği rahatsızlık, banyo yapmak istemeyişimi tetikliyordu. Banyo yapmayı hiç sevmiyordum. Dışarının kirini sürekli eve getirmem annemi yine rahatsız etmiş ve o gün banyo yapmam gerektiğini bana bahçedeki tuvalete girerken söylemişti. Hamdiye Teyze'nin, beni annemin yıkadığını öğrenmesi ve bu konuyla ilgili dalga geçmesi beni sinirlendirmişti. Bu haber kızı Sevda'ya, oradan da bütün sınıfa yayılabilirdi. Ben de Hamdiye Teyze'nin yanında anneme, kendim yıkanırım dedim. Herkes bir şaşırdı. Annem güldü ve çeşmenin yanındaki güğümü göstererek doldurmamı işaret etti. Güğümü aldım ve çeşmeden doldurdum. Annem, anneannem ve Hamdiye Teyze, bir anda değişim göstermeye, olgunlaştığını ispat etmeye çalıştığını düşünen bu çocuğu pür dikkat izliyorlardı. Güğümle birlikte oturma odasına girdim. Güğümü sobanın üstüne bırakıp, sobanın altını açıp tekrar bahçeye çıktım. Git biraz daha oyna, su ısınınca seslenirim diyen anneme karşılık kafamı salladım ve bahçeden çıktım. Allah'ın bu soğuğunda kendi başıma yıkanmak beni hem korkutuyor, hem de endişelendiriyordu. Hem az önce katil olmuştum. Çok gergindim ve bir an önce bugünün bitmesini istiyordum. Daha fazla dışarıda durmak istemedim ve eve geri girdim. Banyonun bulunduğu odaya, yani yatak odasına girdim. Banyo, otuz-otuz beş santimlik bir yükseklikte bulunuyordu ve tahtadan kapısı vardı. Banyoyu inceledim. içinde sadece bir tabure vardı. Cesaretimi toplamıştım. Bundan sonra yapacağım şey, giyecek olduğum temiz çamaşırları dolabından çıkarmak için oturma odasına gitmekti. Bülbülü gördüğüm anda az önce içimde yaptığım muhakeme tekrar aklıma gelmiş, korkum katmerlenmişti. Temiz çamaşırlarımı dolaptan çıkartıp tekrar yatak odasına döndüm. Babamın, annemin ve aynı zamanda benim de kullandığım banyo havlusunu gardolaptan çıkartırken, askılığa asılmış kolyeyi görünce ister istemez güldüm.
    Kolye değildi gerçi. Babam sadece o cisme boyuna asılabilecek uzunlukta bir ip bağlamıştı. Hatta espirisi bile dönmüştü bu kolyeden kırma boyun bağının. Ucundaki cisim, istanbul'a taşınmadan önce anneannemlerde yaşadığımız zamandan kalmaydı. Dayımın kızı ile evde oturmuş çizgi film izliyorduk.
    Tümünü Göster
    ···
  9. 34.
    +1
    rezerve
    ···
  10. 35.
    +1
    gözlerim ağrıdı lan züt
    ···
  11. 36.
    0
    Kapişonlu hırkaların ucunda olur, plastik bir cisim. Ağzımda onu gezelerken bir yandan da çizgi film izliyorduk. Hatta yanımızda anneannem de vardı. Ben izlediğim bu çigi filme bir an dayanamayıp gülmüş, ağzımda gevelediğim bu şeyi de bir anda yutmuştum. Nefes boruma kaçan bu cisim anneannemi pek etkilememiş, beni de çok sarsmamıştı. Bir-iki dakika boyunca sırtıma aralıklı vurmuştu. Bir süre sonra öksürmeyi bırakınca anneannem de vurmayı kesmişti. Nefes borumda tam dört gün boyunca bu cisimle gezdim. Dördüncü gün yengemlerdeki altın gününe annem beni de yanında zütürmüştü. Genelde altın gününe gelen bütün akrabalarımız yanında kızını, oğlunu getirirdi. Ev hanımları tarafından yapılan yarım saatlik muhabbeti ev sahibinin kekleri, börekleri, çayları ve kısırları tatlandırmıştı. Diğer veletler de benim gibi nasipleniyordu bu ikramdan. O gün, yengemin misafir odasındaki yemek masasının yanına oturmuş, dayımın iskambil kartlarıyla vakit geçiriyordum. Onlar gibi fal bakmasını bilmesem de, kendimce bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Güne gelen kadınlardan birinin tek bir lafıyla ortam bir anda sessizliğe gömüldü. Odada on saniye kadar gömülü kalan bu sessizliğin yaratıcısı Nevin Abla'ydı. Neyimiz olur, kimin nesidir bilmem ama bu eve geldiğinden beri susmak nedir bilmiyordu. Yarım saattir sürekli farklı yönlere dönen bu muhabbetin sahibi Nevin Abla, var olan, olmuş ve olabilecek bütün konular hakkında bilgi sahibiydi. Hatta bu özelliğini o kadar çok belli ediyordu ki, aralarındaki tek bekar oydu. Kurabiyeye konması gereken kabartma tozunun miktarını en iyi bilen bu kadın, uzunca süre gömdüğü bu sessizliği, yavrum o ses senden mi geliyor sorusuyla tekrar diriltmişti. Kime dediğine aldırış etmediğim halde annemin bana seslenerek Nevin Abla'yı işaret etmesi, sorunun ikinci kez yinelenmesine neden olmuştu. Evet dedim. Yapmasana çocuğum dedi. Bir şey yapmıyorum ki diye cevapladım. Dalga geçtiğimi düşünen Nevin Abla sinirlenmişti. Çıkart ağzından o düdüğü dediği anda annem, kafamda yanan ampulü görmüş olacak ki, geçen gün yuttuğum cismi gülerek anlatmaya başladı. Nevin Ablanın kızgın bir halde annemi azarlaması ortamı iyice germişti. Yengem, dayımı arayıp bir an önce gelmesini istedi. Sebebi belliydi. Nefes boruma kaçan bu cisim, nefes almamı kısmen engelliyor, ağzımdan ıslık gibi hafif bir uğultunun çıkmasına neden oluyordu. Ve bir an önce tıbbi müdahale gerekiyordu.
    Doktorun, babama yan yatsa ölebilirmiş dediğini hatırlıyorum en son. Nevin Abla hayatımı kurtarmıştı.
    Tümünü Göster
    ···
  12. 37.
    0
    Elimde tuttuğum o kolyeyle birlikte yatak odasından çıkıp bahçeye geldim. Elimde tuttuğumu Hamdiye Teyze'ye gösterecekken annemin, su kaynamıştır, hadi oyalanma demesinin ardından vazgeçip içeri döndüm. Belki de annem, aslında benim ne kadar salak olduğum hakkındaki bu konuşmayı engellemişti farkında olmadan. Olsun. Hamdiye Teyzenin öğrenmediği iyi oldu.
    Kaynayan bir güğüm suyu elimdeki bez parçasıyla yatak odasına, banyoya zütürdüm. Ardından annem suyu ılıştırmak için elinde soğuk su dolu başka bir güğümle geldi. Suyu ılıştırıp giderken hala soyunmadığımı gören annem, haydi oğlum, hala neyi bekliyorsun? Ne oldu yoksa? Çıkart bakayım şu üstünü diyerek üstüme geldiği anda, anneme bir şey olmadığını söyledim. Gözüyle görmeden inanmayacağını anladığım için fazla diretmedim. Yaram dışarıda değil, içerdeydi. Fakat bunu anneme anlatamaz, onu inandıramazdım. Bülbülün nasıl öldüğünü görmediği için, onu nasıl öldürdüğümü kendine göre yorumlayacak, türlü türlü senaryolar yazacaktı. Vazgeçtim. Anlatmadım. Beni anlamadan odadan çıkan annem, akşam kim bilir ne diyecekti bu olaya? Banyoya girdim. Kovadan doldurduğum bir maşrapa sıcak suyu üstüne oturacağım tabureyi ısıtması için yavaş yavaş döktüm. Maşrapadan sıcak suyla birlikte krem rengi tabureye düşen akrebi gördüğüm anda ne hissettiğimi anımsayamıyorum. Korksaydım muhtemelen bağırırdım. Akrebe dokunmadan banyoyu terk ettim. Sızlandım durdum. En sonunda sobanın yanında, beyaz leğenin içinde banyomu yaptım. Başımdan aşağı dökülen her maşrapa suyla pisliğim leğenin içine doluyordu. Saatlerce yıkansam da leğenin içinde biriken su sürekli pis kalacak gibiydi.
    işlediğim bu cinayetten dolayı gece gözüme uyku girmemişti. Babam işten gelene kadar kimse fark etmedi bülbülün öldüğünü. işten yorgun argın dönmüş babam, oturma odasında önüne konmuş arpa çorbasını içerken fark etti bülbülü. Uyuyor numarası yapıyordum. Yemeğini bıraktı ve üstümdeki yorganı bir anda çekip, kolumdan tuttuğu kafesin yanındaki çekyatın ucuna fırlattı. Elimle kafamı korumaya çalışıyorken bir yandan da içimdeki korkunun taşkınlığıyla ağlamaya başlamıştım. Babam söylenerek bülbülü kafesinden çıkarttı. Çok kızgındı. Eline maşayı aldı ve bana doğrulttu. Bana bak dedi. Yaşlı gözlerimi kolumla silip ona doğrulttum. Elindeki maşayla sobayı açtı ve buraya gel dedi. Tut diye bağırdı ve sol elinin içinde tuttuğu bülbülü gösterdi. At dedi. Sesi çok yüksekti. Ağlamaya devam ediyordum. At dedim diye kulağımın dibine haykırdığı anda, kapalı gözlerimle elimle sımsıkı tuttuğum bülbülü avcumu açarak saldım.
    Sobayı hiç sevmedim velhasıl.
    Tümünü Göster
    ···
  13. 38.
    0
    1997’nin bir gecesi, babamın yakın bir arkadaşı olan Metin Amcalardaydık. Anneannem, ben, kardeşim, annem, babam, Metin Amca, eşi ve iki kızı. Büyük kızı Ayşe, liseye gidiyordu. Küçük kızı Gökçe ise henüz üç yaşındaydı. Kardeşimle Gökçe oldukça iyi anlaşıyordu o akşam. Ne de olsa ne konuşmaları, ne de yaşanan olayları görüp anlayabiliyorlardı. Ayşe' ye adını koyan anneannesi, Ayşenin ve kız kardeşinin çağına yetişememiş olsa gerek, Gökçenin ismini Ayşe koymuştu. Sanırım bu, Ayşe'ye ismini koyamadığım bir davranıştan ötürü peydahlanmıştı. Ayşe sanki Amerika'da yaşıyor gibiydi. Sanki o aileden değilmiş gibi duruyordu. Televizyondaki her reklamı en ince ayrıntısına kadar biliyor, onlara bir yandan eşlik ederken bir yandan da iri bedenini kıvrak figürlere sokmaya, dans etmeye çalışıyordu. Yanlış bildiği bir kaç yabancı şarkıyı kasete doldurmuş, habire teypten onlara eşlik ediyordu. Hal böyleyken Ayşe kendi odasında, biz de salonda çay, kısır eşliğinde vakit geçiriyorduk.
    Birdenbire zil çaldı ve babam bir hışımla oturduğu koltuktan fırlayıp Ayşe'nin odasına koştu. Metin Amca otomata basmış, misafirlerinin gelmesini beklerken, bize kaş-göz yaparak babamın girdiği odayı işaret etmişti. Annem, anneannem, kardeşim ve ben çabuk adımlarla ve endişeli bir halde Ayşe'nin odasına girmiştik. Metin Amca saklanmamızı istemişti. Gözlerimi gezdirdiğim odada babamı görememiştim. Çoktan saklanmıştı. Biz de saklanacak bir yer bulup, odada görünmezi oynadık. Metin Amcanın eşi Sevil Abla, çoktan salondaki çay bardaklarını ve kapı önündeki ayakkabılarımızı kaldırmıştı. O kadar iyi saklanmıştım ki, Metin Amcanın odaya girip, ışıkları yakıp söndürmesini anlayamamıştım bile. O gün sokağa çıkma yasağı olduğundan sabahın köründe Metin Amcalarda almıştık soluğu. Nüfus sayımı vardı. O akşam saklanmamızın nedenini anlamamıştım. Ama işler yavaş yavaş ilerleyip sarpa sarınca, babamın o akşam neden nüfus sayımından kaçıp gizlendiğini anladım. Babam kaçaktı.
    15 Temmuz 1998'i net olarak hatırlıyorum. Annemin akşam üstü, bahçe kapımızın önüne oturup bana seslenmesi, gözlerindeki yaş, yüzündeki solgunluk, ellerinin titreyişi ve ardından yanına geldiğimde söylediği şu cümle; " Babanı yine yakalamışlar."
    ···
  14. 39.
    +1
    bunları okusak burda olmazdık amk
    ···
  15. 40.
    0
    25 Temmuz Perşembe 1998
    Bölüm 2

    http://www.youtube.com/watch?v=TwMJJKHsqqo

    Saat 16 sularında kahvede sekiz–on kişi varken, içeriye giren dört sivil polisin uygulama kimlik kontrolü var demesiyle, yüreğim ağzıma geldi. Bu iş buraya kadar, yakayı ele verdik diye düşündüm. Polislerin biri dış kapıyı, ikisi orta sıraları ve diğeri kahve ocağının içine kadar gelip herkesten kimlikleri topladı. içlerinden biri kahvedeki telefonun başına oturarak, tek tek kimlikleri GBT' ye okuttu. Kimlikler okunurken, kaçak olduğum ortaya çıkacaktı. Dışarı çıkıp kaçmayı planlarken, dış kapıya yakın oturan kahvenin müşterisi Kara ibo seslenerek, Burhan seni çağırıyorlar demesiyle yüreğimi ağzıma getirmişti.
    Şöyle bir düşündüm. Geçmiş olayları ve gelecekleri beynimin süzgeçlerinden geçirip son kararımı verdim. Teskin olayım dedim. Ve içeri girip polis memurunun yanıma otur demesiyle artık kaçış yolu kalmamıştı.
    Bir anda dışarı kaçmayı düşünmüştüm. Kaçarsam nereye kadar kaçabilecektim. Evden sürekli uzak olmam lazım ve çalıştığım kahvenin sahibini sıkıştıracaklar veya kahvenin müşterileriyle irtibat kurup beni yine yakalarlar düşünceleriyle kendi kendimize tuzağa düşmüş olduk. Çınarcık sokaktaki tüm kahvelere girip çıkık ekipçe. Artık polislerin elindeydik. iki senedir çalıştığım kahvenin müşterileri durumumdan ( kaçak ) haberdar değillerdi. Onların gözü önünde, polislerin yanında sus pus oturmak bana acı gelmişti. Kim bilir onlar benim için şu an neler düşünüyor diye kafamda kûr yapıyordum. Neyse ki benim çalışmış olduğum kahveden, ismini sonradan öğrendiğim Bursalı Tekstilci GBT'ye yakalanmıştı. Yanımda bir arkadaş var diye kendi kendime tesellide bulunuyordum. 185 no’lu ganyan bayisinden de bir kişi GBT'ye takılınca üç kişi olduk. Artık çalışmış olduğum sokaktan polis arabasıyla ayrılıyorduk. Arabanın sol tarafında oturuyordum. Çalışmış olduğum sokaktaki esnaflara tanınmamak için sol elimle yüzümün sol tarafını gizlemeye çalışıyordum. Benim için neler düşünürler diye kendimce yorumlar yapıyordum. Sarıgöl semtinden çıkıp, Bozhane semtine geldiğimizde ekip bu sefer birahanenin biraz ötesinde durup, oradaki insanları da GBT'ye sokmuşlardı. ismini sonradan öğrendiğim Orhan Kansızı da almışlardı. Böylece dört kişi olup ikişer taksiye taksim edilip Gayrettepe ikinci Şube’nin yolunu tutmuş bulunuyorduk.
    Otoyolda ilerlerken ben ve yanımdaki Bursalı Tekstilci Hüseyin, şoför ve yanındaki komisere kurtulabilmenin yollarını konuşmaya başladık. Adamlara serbest kalabilmek için resmen rüşvet teklif ediyorduk. Onların da ciddi bir şekilde yaptığı yorumları bizi umutlandırıyordu. Komiserim, bizim diğer arkadaşlar da var,onlarla da görüşelim çaresine bakarız deyince, ben iyice ümitlenmiştim. ikinci şubenin demir parmaklıkları arasına girince bu işin yaş olduğunu anca anladım. Üstlerimiz arandı. Bütün cepler boşaltıldı. Üzerimizde sadece gelmiş olduğumuz giysilerle kalıp cebimizde kalan paramızı iade ettiler. Polis memuru tarafından doldurulan forma adımız, soyadımız, doğum tarihimiz, doğum yerimiz, tahsilimiz, mesleğimiz ve ev adresimiz yazılıp tarafımıza imzalatıldı. iki bölüm halinde demir parmaklıklarla aralanmış koridordan ilerleyip, kocaman bir odaya girdik. Bu odanın kapısında Nezarethane Beş yazılıydı. 5 no’lu nezarethaneye girdiğimizde içeride kırk - kırk beş dolaylarında insan vardı. Kimi banklarda, kimileri ayakta, kimileri de yere döşenmiş üç santim kalınlığındaki tahtaların üstünde oturuyordu.
    Ben ve kahveden beraber çıktığımız Bursalı Hüseyin’le birlikte bir köşeye ( banka ) oturduk. Ben sigaramı yakıp derin düşüncelere dalarken, Hüseyin laf atmaya başladı. Başımıza bu da mi gelecekti derken, laf lafı açtı. Muhabbetimizi derinleştik. Kendisinin daha önceden ödenmiş para cezasının savcılık tarafından düşümü yapılmayınca GBT'ye takılmış. Kendisi yarın çıkarım deyip yarı sevinçli olmasına rağmen, benim üzüntüm içimi kemiriyordu. Çünkü ben kesilmiş cezamı çekmeye gelmiştim. Tam yatılacak yirmi iki ay cezam vardı. Bu yirmi iki ay nasıl geçer, çoluk çocuk nasıl geçinir, ben olmayınca zoru başarabilirler mi gibi şeyleri düşünmek beni daha çok kahrediyordu. Bir ara ağlayıp rahatlamaya çalıştım.
    Tümünü Göster
    ···
  16. 41.
    0
    Kahvenin müşterilerinden Keltoş diye hitap ettiğimiz, aynı zamanda Bursalı Hüseyinin de arkadaşı olan Yavuz Ağabeyimiz arkadan bizi takip edip, iki ekmek, kaşar, helva alıp, nezarethanenin kapı nöbetçisi polise teslim edip elimize ulaştığında, yarı memnun olmuştuk.
    Akşam saat dokuza doğru içeriye girenler gittikçe artıyordu. O gün umumi uygulama varmış. GBT'ye takılanlar, soluğu Gayrettepe’de alıyordu. Yakalananlar suçlarına göre nezarethaneye atılıyormuş (hırsızlık, gasp, cinayet vs. ). Saat yirmi iki sıralarında kantin geldi denildi. ihtiyaç sahipleri sıraya girip, genç delikanlıya yiyecek, sigara, telekart vs. şeyler yazdırıp, bir - iki saat sonra isimlerimiz okunup poşetimizi elimize aldığımızda herkes şaşırıyordu. Çünkü fiyatlar aşırı derecede kazıktı. Otuzluk telekart iki yüz elli bin lira iken beş yüz bin liraya satılıyordu. Bakkal sahibi genç, bir turda sağlam kırk - elli milyon kaldırıyordu. Sabah, öğlen, akşam turlarını hesaplayın. Günlük kazancı biz tutuklulardan yüz - iki yüz milyon arası para kaldırıyordur. Bana göre buraya düşen yandı. Ziyaretçin gelir, görüştürmezler. ihtiyaçların olur, karşılayamazsın. Burada on gün de, yirmi gün de kalan oluyormuş. Benim de burada beş gecem geçti. Kolumuzdan saati aldılar. Ceplerimizden çakmak, tarak gibi şeyler de toplanmıştı. Saati anlayabilmek için içeriye yeni girenlere ya da bakkal genç delikanlıya soruyorduk. Tuvalet havalandırmasından günün karardığını, akşam olduğunu anlıyorduk. Otuz - kırk arası adımlarımla ölçtüğüm bu salonda sık sık volta atıyordum. Bir ara yoruldum. Oturmaya yer ararken genç bir delikanlı abi gel oturalım dedi. Onunla geceyi muhabbet yaparak geçirdik. Kendisi Ordu Aykastı’danmış. Hakkında genel takip varmış. Kahvede yakalanmış. inşaatta işçi olarak çalışıyormuş. Ailesi köydeymiş. Akşam üstü işi bitince kahveye gelip arkadaşlarından borç para toplayıp köye hasta olan çocuğunu ameliyat ettirmek için gidecekmiş. Çay kahve içerken polislerin ani baskını sonucu yakalanmış. Bunları anlatırken ağlıyordu. Ben kendi derdimi unutmuş, ona teselli vermeye çalışıyordum. Gecenin ilerleyen saatlerinde üç - dört metre uzunluğundaki banka , sağ ve sol kolunun üstüne yatarak yarı uykulu sabahı yaptık.
    ···
  17. 42.
    0
    Tutukluluğumun ilk gecesinde saat 23 sıralarında komşumuzun evini arayıp eşimi istedim. Durumu anlatırken gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Ben kahveden ayrılırken patronuma komşumun telefonunu vermiştim. O da hemen evi aramış. Eşim hemen Zeynep ablayı yanına alıp, kahveye doğru yola koyulup, durumun nasıl patlak verdiğini öğrenmeye gitmiş. Annesini aramış ve durumları izah edip yanına çağırmış. Ertesi gün de kayın validem ve kayın pederim çocukların ve eşimin yanına gelmişler.
    Cuma sabahı, 8-8:30 arası sayım yapıldı. Onar kişilik sıralar halinde dizildik. Saat dokuzdan sonra isimleri okunan, nezarethaneden çıkıp gidiyor, gidenlerin nereye gittikleri hakkında çoğumuzun bilgisi olmuyordu. Daha sonra öğreniyoruz ki, ismi okunan hakkında G.T. varsa mahkemeye, kesilmiş cezası varsa cezaevine, para cezası alan varsa parasını ödeyip tahliye oluyor ve cezalarını yatıp veya para cezasını ödeyenlerin bilgisayardan düşümü yapılmayanların, tutukluluk hali devam edip, suçun işlenmiş olduğu il veya ilçeden ( savcılığın faksını bekleyip ) neticesine göre ya tahliyesine veya bir bombası patlayıp tutukluluğunun devdıbına karar veriliyordu. ( Buradaki bombanın tanımı ise şöyle: Kişi birkaç suç işlemiş olup, bir iki tanesinden tahliye olup, diğer işlemiş olduğu suçun cezasından haberi olmadığı gibi, hakkında kesilmiş ceza veya G.T. çıkmış oluyor.) . Nezarethanede bulunduğum süreler içerisinde çoğu insanlarımızın para cezası ( trafik, maliye vb. ) veya cezasını hapishanede geçirip, tahliye olup, düşümü yapılmayan kişilerden oluştuğunu gözledim. Bu insanların burada iki - üç gün, hatta daha fazla günler de kaldığı oluyordu. Bürokrasinin ne kadar yavaş işlediğini, ne kadar çok yanlış işlemlerin olduğunu görüyordum. Örneğin, kişinin suç işlemiş olduğu yer ispat olsun, orada cezaevinde yatmış, cezasını çekmiş, fakat bilgisayardan düşümü yapılmamış. Ve bu kişi polise yakalanıp, GBT'ye sokulduğunda aranıyor, sabıkalı, cezasını çekmesi gerekiyor diye göründüğünde apar topar ikinci şubeye getiriliyor. Bu kişinin eli kolu burada bağlı, ulaşmak istediği yere ulaşamadığını da düşündüğünüzde tek çaresi ikinci şubenin çekmiş olduğu faksın karşı taraftan gelecek olan cevaba bağlı kalıyor. Bu cevapta bir ila beş gün arası sürüyor. Şimdi bu kişinin burada boşa geçen günlerini, maddi ve manevi tazminatını kim ödeyecek? Halbuki bu durumdaki kişilerin durumunu hemen GBT'ye okumuş olsalar veya bu tip insanları uyarsalar, bağlı bulunduğum Cumhuriyet Savcılığına git düşümünü yap deseler nezarethaneler de bu kadar kalabalık olmaz. ikinci bir örnek, kişinin kesilmiş cezası var ve kişi de durumunu biliyor ve kaçacak durumda. Buna kendimi örnek vereyim.
    Tümünü Göster
    ···
  18. 43.
    0
    Kesilmiş cezam bulunuyor. Beş yıl, on ay ceza almışım. Dört ayını yatmışım, şartla olup dosyam yargıtayca tasdik olduğunda yirmi iki ay yatar cezam var ve kaçak durumundayım. Genel aramada GBT'ye yakalandık. ikinci şubeye veya herhangi bir polis karakolu nezaretine atıldım. Seni yakalayan birim suçu işlemiş olduğum merkez ( adliyeden ) faks çekerek dosyanı istiyor. Bu dosyanın yakalanmış olduğun yerin Cumhuriyet Savcılığına gelmesi en az iki gün, en çok on gün sürüyor. Ve benim dosya da altıncı gününde geldi. ikinci şubeye gelmiş bulundu. Halbuki faks çekilirken bu kişinin kesilmiş cezası var mı? Varsa şu hapishaneye gönderiyoruz. Dosyanın aşağıdaki adrese gönderilse denilse, nezarethaneler bu kadar tıklım tıklım olmaz ve bu kişi de cezaevine gidip ortdıbına, rahatına bakar.
    Nezarethanede ne yastık, ne yatak, ne de battaniye var. Hiçbirini bulamazsın. iki - üç günden fazla kalanlar için kirli bir ortam. Jilet vermezler, ayna yok ki suratını göresin. Tırnak makasını, tarağını, saatini alan bu kişilerden ne bekleyebilirsin? Sabun ve havlu zaten yok. Üstelik ziyaretçin gelmiyorsa üstün başın perişan hal alacaktır. Mevsim de yaz olduğundan kapalı yerde o kadar insan birbirlerinin ter kokusunu, sigara dumanını çekmesi hastalığa davetiye çıkarıyor demektir.
    .

    Buraya gelişimin ikinci günün sabahı. Sayımdan sonra, ismi çağırılanlar tek tek nezarethaneden çıkıp gittiklerinde yer döşemesine geçtim. En azından rahat oturup kalkarım. Yatar uyurum diye düşündüm. Banka oturup uyuklamaktansa rahatımı düşünmüştüm. Böylelikle yanıma üç arkadaş daha geldi. Bunlar Davut, Bahattin ve Selahattin’di. Hepsine sırasıyla kendimi tanıtıp, ne için burada olduğumu, dışarıda ne işle meşgul olduğumu ve aile yapımdan kesitler verdim. Kah şamata, kah ciddi konuşmalarla kısa sürede kaynaştık. Ordulu Davut anlattığına göre bir şirkette koruma görevlisiymiş. Beş yıl önce TV tamirciliği yaparken sonradan öğrenmiş olduğu çalıntı TV almış. Hırsız yakalanmış. Televizyonu Davut’a sattığını söylemiş. Böylece hırsızlık malı satın almaktan Davut hakkında G.T. çıkmış. Adresini beş yıl sonra bulup, Salı günü evinden polis alıp, ikinci kata hırsızlık nezarethanesine getirmişler. Burada dört gün kalmış. Geldiğinde yanında yetmiş milyon parası varmış. ikinci katta oturmaya yer yok. Tuvalet yok, su yok, kantin yok, sigara yokmuş. Bir dal Maltepe içebilmek için polise on beş milyon verdim diyen, hırsızlıktan gelen bütün insanların çoğu işkenceden geçiyor dedi. Parası olan polise verip, aman abi beni dövme diye yalvarıyormuş. işkence odasına gidip gelenleri gördüğümde altıma kaçıracak gibi oldum diyen, ağzı burnu yamulan, üstü başı kan revan içinde gördükçe korkum gittikçe arttı diyen, Filistin Askısı, hayalarından elektrik verme gibi copla dövmek, işkencelerin başında geliyormuş. Her nöbet değişiminde polisler dayak yemeyenleri çağırıp işkence yapıyorlarmış. Sıra buna geldiğinde, işkence odasına gidip, sayın abim, olan bütün param bu. Alın şu altmış milyonu aranızda paylaşın, beni rahat bırakın suçsuzum demiş. Ve dayak yemekten kurtuldum diye anlattı. Her nöbet değişiminde polisler birbirlerine şu adama, şuna, buna dokunmayın diye tembih ediyorlarmış. neden olacak, paralı adamlardan paralarını alıp, kendi aralarında pay edip, o kişiy hesapta koruyorlar oluyor. Gazetelerde okuyoruz. işkence yok, polislerimiz insanlarımıza insan gibi muamele yapacak diye. Bu mu muameleleri? bu mu insana sayı ve sevgileri? Nerede kaldı insan hakları derneği? işte bu gibi yerlere gidip görmeleri gerekiyor.
    Tümünü Göster
    ···
  19. 44.
    0
    Dördüncü günün akşamı nezarethane 5'e geldiğimde çok sevinen Davut, burası tam cennetlik diyordu. tuvaletin suyu, kantinin telefonu var diyordu. Çünkü ihtiyaçlarımızı burada karşılayabiliyorduk.
    Sinoplu Selahattin Ağabey; T. K. Kooperatifi’nde müdürken zimmetine para geçirmiş. Tam üç yıl kaçak gezmiş. Üç yılın sonunda en yakın akrabası tarafından ihbar edilip yakalanmış. Tam bir fiil üç yıl yatmış. Cezasını çekmiş, GBT'den düşülmemiş. Cezalı pozisyona düşüp enselenmiş. Altı gün boyunca beraberdik. Sinop’tan faksını bekliyordu. Altı gün boyunca evine bir türlü telefonla ulaşmaktı. Evinin telefonu yokmuş. Komşusu da cevap vermiyordu. Adana’ya düğüne gideceklerdi diyor. Beşinci günün öğleni faksı geldi. Yatmış olduğu cezalı günlerin iade bedeli elli altı milyon lira para cezası gelmiş. Bu parayı ödese yol alıp gidecek. Tahliye olacak fakat adamcağız bir türlü evine haber gönderme imkanı bulamıyordu. Yanımızdaki Bahattin kardeş parayı ödemek istediyse de polisler kabul etmedi. Bu hakarete dördümüzün de kafası yatmadı. Polisler bu kadar gaddar olamazdı. Tek dururken halkımız bunlar için " aynasızlar " dememişler. Demek ki büyüklerimizin de bir bildikleri varmış.
    Bahattin ise içimizde genç olanıydı. Aslen Trabzonlu, Almanya’da işçiymiş. izine gelmiş. Dönüş yaparken havalimanı polisi tarafından GBT'ye sokulup 1992 yılında yatması gereken cezasıyla karşılaşıyordu. Üç aylık evliymiş. Hanımı Ordulu olup, Gebze’de oturuyormuş. On yedi - on sekiz gündür Almanya’da işimin başında olmam gerekirdi. Ben şimdi ne yaparım. Pasaporta da el koyalarsa işim tamamen ters gidecek diye kara kara düşünüyordu. Arada bir dördümüz volta atarken, üçümüz Bahattin’e teselli vermeye çalışıyorduk. Türkiyemizin bir cennet vatan olduğunu, burada da bir iş sahibi olabileceğini vurguluyorduk. Ama o kim bilir neler düşünüyordu bilemeyiz. ikinci günümün sabahı saat on sıraları gibi Bahattin kantin alışverişini yapmış, hepimize birer paket sigara almıştı. Hep beraber çaysız bir kahvaltı yaptık.

    Günler geçmek bilmiyordu. Yapılacak herhangi bir meşgale de olmadığından hepimiz patlıyorduk. Allahtan yanımızda Davut vardı. Bizlere Karadeniz fıkraları anlatarak eğlendiriyordu. Bahattinin maddi durumu iyiydi. Bu kardeşimiz bizler birbirimizden ayrılana kadar tüm öğün yemeklerimizi kantinden alıyordu. Bizlere beş kuruş harcatmazdı. En çok özlediğimiz de çaydı. Öğün yemeklerimiz su, Yedigün, beyaz peynir, kaşar peyniri, zeytin salamdı. Altı gün boyunca hep bunları yedik - içtik.
    Tümünü Göster
    ···
  20. 45.
    0
    Birer gün arayla Bahattinin hanımı tarafından kızartılmış tavuk, börek ve gözleme gelmişti. Bu bizler için değişik bir menüydü. Zengin olmanın hali de bir başka oluyor. Bizimkiler ziyaretime geldiğinde akıl edipte bir şeyler getirmemişler.
    Bahattin’le bir ara oturup konuşurken bana iki buçuk milyon verdi. Çünkü başımdan geçen olayları, ailesel durumumu anlatmıştım. Dertleşiyorduk. Cebime parasını koymasını, beni daha çok etkilemişti ki ağladım. Kendimi hâr - hâkir gariban görmüştüm. O da bunu anlamıştı ki bana, boşver ağlama, bunların hepsi geçecek, bu parayı da sigara parası olarak veriyorum. Aklına bir şey gelmesin, yanlış anlama diye hitapta bulunmuştu. Ağlamaktan boğazımdaki düğümler çözüldükten sonra teşekkür edebildim.
    Birinci günümün akşamında akşam saat 8’de komşumuz Polis Metin ziyaretime gelmişti. Beş dakika ancak konuşabildik. Ziyaret yasaktı. Metinin de polis olmasından dolayı görüşebildik. ihtiyaçlarımı belirttim. Havlu, tişört, külot gibi. Ve cebinden beş milyon çıkarttı. ihtiyaçların olur, alırsın deyince, kendimi yine tutamadım. Ağladım. Sabah sekiz sıralarında tekrar gelip, ihtiyaçlarımı getirip, beş dakika kadar görüşüp, kahvaltılık poğaça ve süt getirmişti. Birer gün arayla beni ziyarete gelmesi, bana yarı memnunluk veriyordu. Her günümün akşamı saat 10-11’den sonra telefon kuyruğuna girip eşimi arıyordum. Her seferinde de ağlıyor, boğazlarım düğümleniyordu. Aileden ayrı kalmak, demir parmaklıklar ardında özgürlüğünün kısıtlı olması, elin - kolunun bağlı olması, bir şeyler yapamamanın acısını buralara düşen bilir.
    Nezarethanede bizden başka beş - altı kişi daha vardı. Artık bizler eski tutuklu oluyorduk. Yeni gelenlere buradaki ortamları anlatıp, şöyle yapmayın, böyle yapmayın, yerlere izmarit atmayın diye ricalarda bulunuyorduk. Ben de can sıkıntısından paspas yapıp yerlerdeki izmaritleri topluyordum. Bazen diğer nezarethanelerin kapıları açık olup, kalabalık olduğumuzda buradaki odalara dağılıyorduk. Odanın birisi de kadınlara aitti. Bir ara yedi kadın olmuşlardı. içlerinde güzelleri de vardı. Bunlar ya fuhuştan ya da hırsızlıktan gelmişlerdir diye düşünüyordum. Üç - dört gündür karı yüzü görmeyenler, kadınları kesmeye çalışıyorlardı. Polisler de farkına vardığında hepimizi odaya toplayıp üstümüze kapıyı kilitliyorlardı. Pazartesi sayımda yüz yirmi kişi olmuştuk. Polisler de maşallah iyi çalmışmışlar. Tuttuğunu getirmişler. içlerinde bazı arkadaşlarla konuştuğumuzda yüz ciksen bin - üç yüz altmış bin para cezası için bir -iki gün bile yatanlar vardı.
    Pazartesi sabahı saat 11 sularında kuzenim Nuran'la eşimin gelmesi beni çok mutlu etti. Onları gördüğümde dayanamadım, ağladım. Kucakladım, öptüm. Beş dakika zor görüşebildik. Birde ikide konuşmalarımızı kesip ziyareti bitirin diyorlardı. Eşim ve Nuran'la vedalaştıktan sonra, hemen peşinden kardeşim Nihat geldi. Onunla da beş dakika kadar görüşebildim. Nuran'ın çevresi geniş olduğundan istanbul Emniyet Müdürlüğü’nden ziyaret kartı almış. Ancak ziyareti bu şekilde gerçekleştirebilmiş. Halbuki bu aç köpeklerin önüne yem olarak beşer - onar milyon atsam belki de bir saat görüşebileceğim. Neden mi? Hu kaldığım süre içerisinde Trabzonlu Yavuz diye bir arkadaş geldi. Tekstilineymiş. iki saat sonra eşi geldi. Bir saate yakın görüştüler. Kadıncağız gelirken beş tane gömlek getirmiş. Bunlar da rüşvet diye alıyorlar. Bu polisler kendilerini niye bu kadar alçak düşürüyor bilmem. Halbuki insani olarak bir süre koyarsın, görüştürürsün.
    Tümünü Göster
    ···